Ömer Faruk KIZILKAYA


93 HARBİ’NİN ANLATILMAYANLARI

.


Malumunuz, geçen gün yine bir Aziziye Direnişi’nin yıldönümünü yaşadık. Aziziye, bizim için
önemli bir yere sahiptir. Dünya tarihinde çok ender görülen bir olayın yaşanmasına sahne olmuştur:
Her millette ordular, halkı korurken bizde halk, orduyu korumuştur. Peki, bu durumun yaşanmasının
sebebi nedir? Gelin bu sefer savaşla ilgili anlatılan hamasi olaylar yerine anlatılmayan ibretlik olayları
konuşalım.
Malumunuz, biz 93 Harbi’nin bu tarafta yaşanan ayrıntılarını Mehmet Arif Bey’in o güzel eseri
“Başımıza Gelenler”den öğreniyoruz. Okuma yazma oranının devlet genelinde %2 seviyesinde
olmasından mıdır, yoksa yazmayı sevmediğimizden midir bilinmez o tarihlerde yaşananları
öğrenebileceğimiz alternatif kaynaklar çok az. Mehmet Arif Bey de Ahmet Muhtar Paşa’nın en
yakınındaki kişi olup savaş boyunca onunla her yere gittiği için verdiği bilgileri referans almak
mecburiyetindeyiz.
Konuya geçmeden önce Başımıza Gelenler isimli kitabın bir zamanlar Erzurum’da lise öğrencilerine
mecburi tutularak okutturulduğunu büyüklerimden işittim. Yakın zamanda Tabya Yürüyüşü
programlarından birinde kitabı yanlış hatırlamıyorsam Büyükşehir Belediyesi tarafından bastırılıp
dağıtıldığına şahit olduk. Ancak ne kadar okundu, orasını Allah bilir. O ruhu anlamak ve devlet kadri
bilmek için bu kitabı okumamız gerektiğini düşünenlerdenim.
Tarihçilerimizle, Erzurum’un yazarçizerleriyle bu konuyu defalarca televizyonda tartıştık. Bazıları,
Mehmet Arif Bey’in anlattıklarının bir kısmını anlatmıyorlar ya da anlatmak istemiyorlar. Bu işin
doğrusu neyse anlatsınlar, biz de bilelim. Yoksa biz arada kalıyoruz. Ben bu yazımda bir kısmını
anlatacağım, bu vesile ile cevap verirlerse biz de doğrusunu öğrenmiş olacağız. Mesela, o tarihçilerin
inkâr ettikleri olaylardan biri zahire satışıdır. Diğeri de savaş ilanının yapılmaması ya da zamanında
yapılmamasıdır.
Mehmet Arif Bey, kitabında olayı anlatırken Ahmet Muhtar Paşa’nın Erzurum’a nasıl tayin
olduğundan başlar. Erzurum Valisi Samih Paşa, zahireyi tüm itirazlara rağmen Ruslara satmakta,
Erzurum’un ileri gelenleri de bu durumu Saray’a şikâyet etmektedir. Saray, olaya müdahale eder ve
Ahmet Muhtar Paşa’yı Erzurum’a gönderir. Paşa, daha ziyaretleri kabul ederken savaş patlak verir.
Zahireyi de bizden alan Rus, daha durur mu? Bize geri adım attırır da durur. Savaş esnasında iyi olan
askerlerimizi ve komutanlarımızı büyük oranda kaybederiz, Aziziye’ye geldiğimizde elimizde döküntü
asker ile korkak subaylar kalır. Bu durumu Mehmet Arif Bey, kitabında özel olarak başlık atmak
suretiyle belirtir.
Soğanlı Dağı çevresindeki savaşı ve Ahmet Muhtar Paşa’nın Kurt İsmail Paşa komutasındaki
birliklerin gelmesine kadar elinde dürbünle beklemesini ve yalnızlığını, bizim komutanların Ahmet
Muhtar Paşa için “İyice çıldırdı.” diyecek kadar savaştan uzak olduklarını, kendilerini yoklamaya
gelen Rus birliklerini Ahmet Muhtar Paşa’nın püskürtmesini ve sonrasındaki akıl dolu hamlesini
kimseden duyduk mu?
Köprüköy taraflarında komutayı Kurt İsmail Paşa’ya bırakıp “Ben Erzurum’a gidiyorum. Savaş
alanını belirleyip istihkâmları hazırlayacağım. Bana zaman kazandıracak şekilde düşmanı oyalayarak
yavaş yavaş geri çekilin. Bunu yaparken de sakın Pasinler’de ilçeye askerin girmesine izin vermeyin.”
der. Deveboynu Geçidi’ne geldikten sonra istihkâmları hazırlarken Çobandede Dağı’nı aşıp
Gürcüboğazı mevkiini kontrol etmeye gidecektir. Daha dağı aşmadan askerimizin bozulmuş,
düzensizce gelmekte olduğunu görür. Bu yüzden Deveboynu Savaşı’na (4 Kasım) tam anlamıyla
hazırlanamadan gireriz.
Bu düzensiz geri çekilişin (ricatın) sebebinin komutanların akşam ateş yakıp etrafında oturup sohbet
ederken ateşe doğru Rusların yaptıkları top atışının verdiği korku olduğunu, bunun üzerine askerin
apar topar geri çekildiğini, Ahmet Muhtar Paşa’nın dediklerine bu yüzden dikkat etmediklerini, bu

korku dolu çekiliş esnasında zahiremizin bir kısmının düşmanın eline geçmiş olduğu söylentisi
yayılırken düşmana verilmeyip suya döküldüğünün söylenmesi anlatılır Mehmet Arif Bey tarafından.

Bir başka üzeri kapatılan konu, askerimizin yetersizliği ve subaylarımızın iş bilmezlikleridir. Öyle ki
Mehmet Arif Bey, Kaptan Mehmet Paşa’ya Deveboynu Savaşı’ndaki tutumundan ötürü ateş püskürür.
Çilli Göl- Çobandede Tabyası tarafını tutan Kaptan Mehmet Paşa, savaş boyunca Ahmet Muhtar
Paşa’yı eleştirmesi yetmezmiş gibi bir de Deveboynu’nda kendisinin tarafına hücum olmadığı halde
elindeki taburlardan bir kısmını Uzunahmet Tepesi tarafına kaydırmaz. Oradaki sorunu gördüğü halde
müdahale etmez. Oysa bu hamleyi yapsa Höyükler Tepesi tarafındaki başarı, Uzunahmet Tepesi’ndeki
hattın bozulması yüzünden anlamını yitirmeyecekmiş.
Uzunahmet Tepesi tarafında Binbaşı Ramazan Ağa, bir kayanın arkasına saklanıp kalçası dışarıda,
gövdesi kayanın arkasında askere hücum emri vermeseydi belki asker daha cesur hareket edecekti.
Ahmet Muhtar Paşa bu olayı görüp cezasını kesmeye giderken binbaşı, kalçasından vurulur. Bunun
üzerine Ahmet Muhtar Paşa “Allah cezasını verdi.” diyerek onu cezalandırmaktan vazgeçer.
Komutanın bu şekilde hücum emri verdiğini gören asker, hücuma ne kadar cesur çıkabilir?
Mehmet Arif Bey, ordumuzdaki askerin hangi karakterlerde olduklarını da ayrıntılı olarak anlatmış,
onların savaştaki disiplinsizliklerinin nelere mal olduğunu açık açık açıklamıştır. Örneğin Deveboynu
Savaşı’nda hatlarımız bozulup asker dağılırken nasıl kaçtıklarını, şehrin kapısına nasıl dayandıklarını
anlatırken şöyle bir cümle kurar: Elimdeki tabancayı onlara çevirip geri dönmelerini söylediğimde 10-
15 tanesi birden yerlere yatarak “Ağam bize kıyma.” diyerek yalvarıyorlardı. Oysa onlar silahlarına
davransalar beni tek mermiyle öldürebilirlerdi.
Bugün Aziziye Tabyaları’nda en çok ziyaret edilen 1 Numaralı Tabya’nın aslında Kaymakam Bahri
Bey komutasında savunulduğunu, bizim asıl (çoğu zaman ziyaret edilmeden gidilen) 3 Numaralı
Tabya’yı düşmana kaptırdığımızı, bu tabyanın savunmasında yaşananları, gece görülen karartıdan
sonra 150 askerin yataktan kaldırılıp mevziiye dizildiğini, bunların da ilerleyen saatlerde yorgunluktan
uyuduklarını, yapılan baskında bu askerlerin uykularında süngülenerek şehit edildiklerini,
Ermenilerin şehirden temin ettikleri Müslüman ahali kıyafetlerini Ruslara verdiklerini,
Bu kıyafetlerle baskının yapıldığını, hendeklerden geçmek için Ermenilerin uzun merdivenler temin
ettiklerini,
Tabyaya Türkçeyi çok iyi konuşan ve Türk kıyafetleri giyen Ermenilerin ilk girdiklerini, nöbetçileri
şehit edip sızmanın bu şekilde yapıldığını ve kanlı çatışmanın 3 Numaralı Tabya’da gerçekleştiğini,
Bu baskına karşı Erzurum ahalisinin daha önceden hazırlık yaptığını, görevlendirme yaparak haberi
aldıktan sonra anlaştıkları gibi davranarak tabyaları kurtardıklarını çokça dinledik.
Nene Hatun konusunda bazı yanlışların olduğunu biliriz. Mesela kardeşi Hasan’ın onun evinde şehit
olduğu, tartışmalıdır. Onun tüfeğini alarak gitmemiştir. Tabyaların oradaki heykelin yanlış olduğunu,
elinde tüfek olmadığını (O zamanda tüfek çok yaygın değil ve 15 gün kadar önce Deveboynu Savaşı
için istihkamlar hazırlanırken o civardaki köyler boşaltılır. Nene Hatun da eşi ve çocuğuyla şehre gelir.
O dönemde daha yirmi yaşındaki bir taze gelin silah kullanmayı bilir mi ya da ne kadar bilebilir?),
sırtında çocuğunun sarılı olmadığını söylemek gerek.
Nene Hatun, I. Dünya Savaşı yıllarında ve sonrasında çok yokluk çekmiş, rızkını çıkarabilmek için
temizlik gibi çeşitli işlerde çalışmış, çöpten ekmek toplarken bir muhtarın İsmet İnönü’ye yazdığı

mektuptan sonra keşfedilmiştir. Ancak hiçbir zaman bu şehirde yaşayan bazı kanı bozukların iddia
ettikleri gibi gayriahlaki işlerde çalışmamıştır. Evet, maalesef bu şehirde Nene Hatun’umuza iftira
edecek kadar gözü dönmüş Ermeni artığı yaratıklar da yaşıyor.
Savaşın kaybedilmesinde en büyük sebeplerden biri de Ruslar ile aramızdaki ikmal farkıydı. Ruslar,
tren (dekovil) hattını Tiflis’e kadar getirmişlerdi. Onlara geriden sürekli asker, erzak ve mühimmat
desteği gelirken biz Trabzon’dan gelmesini beklediğimiz yaklaşık 30 tabur askeri Erzurum’a
ulaştıramadık. Padişah, gönderdiği fermanlarla, telgraflarla sürekli bu savaşın önemini vurgulamış
ama orduya hakkıyla destek verememiştir.
Bu savaştan sonra Oltu, Kars, Sarıkamış, Oltu çevresindeki ilçelerimizin bir kısmı, birilerinin “II.
Abdulhamid Han döneminde bir karış bile toprak vermedik.” iddialarının aksine onun döneminde
düşmana verildi. Peki, o bölgede adı Şahin olup asker arasında korkaklığından ötürü “karga” olarak
anılan komutanımızın Rus askeri dar bir geçitten geçerken onları izlemesine, askerimizin “Hücum
etsek buradan kurtulamazlar.” teklifine karşı çıkıp hücum etmeyişini de duyduk mu hiç?
Bir başka ilginç ayrıntı da Ahmet Muhtar Paşa’nın savaş başladığında durumu değerlendirebilmek için
etrafındaki subaylardan güncel harita istemesi olayıdır. Bu istek karşısında maalesef güncel bir
haritamızın olmadığı gerçeği ortaya çıkar. Eldeki eski haritalarla savaşın seyrini sürdürmeye çalışırken
savaş esnasında yakalanan bir Rus casusunun üzerinden Erzurum ve çevresinin en sonki halini
gösteren haritanın çıkması oldukça vahimdir.
Van'da yaşandığı söylenen ve “120” ismiyle beyaz perdeye aktarılan 120 çocuğun orduya destek için
verdiği mücadele, Erzurum’da gerçekten yaşanmış, yüzlerce çocuk orduya erzak ve mühimmat
taşımıştır. Savaştan sonra Ruslar bu çocukları (Yaklaşık 300 çocuk olduğu rivayet edilir.) battaniyelere
sararak teslim etmiştir.
II. Abdulhamid’in devraldığı Osmanlı Devleti’ni tanımamız ve o zamanı neye göre değerlendirmemiz
gerektiği konusunda çok önemli bir olaydır 93 Harbi. Bunu da daha detaylı anlayabilmek için
okumamız gereken bir kitap Başımıza Gelenler.
Osmanlı anlatan bazı kişiler, Osmanlı’nın son dönemlerini Yavuz Sultan Selim Han, Kanuni Sultan
Süleyman Devri’ndeki gibiymiş izlenimi verecek şekilde sunuyorlar. Osmanlı bizim ecdadımız, onun
iyi olan yönleriyle övündüğümüz kadar eksiklerini de görüp onlardan ibret almak zorundayız ki tarih
tekerrür etmesin. Hamaset, bir milleti ancak felakete götürür. Bu yazımda, olayları Osmanlı’yı küçük
düşürmek için değil, gerçekleri bilerek tarihi olayları ona göre değerlendirmenizi sağlamanız için
yazdım. Erzurum insanının verdiği mücadelenin ne anlama geldiğini de bu vesile ile daha iyi anlamış
olmamız gerekmektedir.