Ömer Faruk KIZILKAYA


EĞİTİM SORUNUMUZUN YAKIN TARİHİ

1975 yılından önce üniversiteler,  kendi sınavlarını yaparak öğrenci alıyorlardı. ÖSYM 1974 yılında kurulunca 1975 yılından itibaren üniversite sınavları bir merkezden yapılmaya başlandı. Bu durum da işin daha sıkı tutulmasını beraberinde getirdi.


1975 yılından önce üniversiteler,  kendi sınavlarını yaparak öğrenci alıyorlardı. ÖSYM 1974 yılında kurulunca 1975 yılından itibaren üniversite sınavları bir merkezden yapılmaya başlandı. Bu durum da işin daha sıkı tutulmasını beraberinde getirdi.

Öğrenciler bu sınava hazırlanırken eksiklerini kapatmak ve zaman kullanımı sağlamak için bazı arayışlara girdiler. Bu da dershane sektörünün oluşmasına sebep oldu. Dershanelerin kuruluş ve yaygınlaşma tarihlerinin 70’lerin ikinci yarısına gitmesinin temel sebebi de budur.

Dershaneler, eksik yerlere müdahale ederek öğrencileri destekleyen kurumlar olarak açıldı ve zamanla okulların yaması durumuna geldi. Öyle ki dershanelerde çalışan öğretmenler özenle seçilirdi. Çünkü konuyu anlatmaktan ziyade daha kısa yoldan nasıl çözüme ulaşılacağı gösterilirdi. Bunu sağlayabilmek için de öğretmenin alanında iyi olması ve pratik bilgilere sahip olması gerekirdi.

Okullardaki öğretmenler bir ara dershanelerde de derse girmeye başladılar. Sonra bu durum yasaklandı, ya devlette ya da dershanede öğretmenlik yapma şartı getirildi. MEB’de çalışan bazı öğretmenler istifa ederek dershanelerde ekmeklerini kazanmayı seçtiler. İşler istedikleri gibi olmadığı zamanlarda da devlete geri döndüler.

Dershanelerle ilgili bir ayrıntıyı vurgulamak istiyorum: Eskiden dershaneye büyük hedef koyanlar, pratik bilgi arayışında olanlar ve zaman kullanımında sıkıntı yaşayanlar (sınavı yetiştiremeyenler) gidiyordu. Okullardaki eğitim iyi olduğu için dershaneye çok da ihtiyaç duyulmuyordu. Örneğin ben Tortum Lisesinin ortaokulunda okuyup, dershaneye gitmeden ve doğru düzgün çalışmadan Fen Lisesi ve Anadolu Öğretmen Lisesi sınavına girdim; Yavuz Selim Anadolu Öğretmen Lisesini kazanabildim. Okuldaki dersleri dinlememiz ve ödevlerimizi yapmamız yeterli gelebiliyordu. Hakeza liseden mezun olduğum 2000 yılında okulumuzdan dershaneye gitmeden çok güzel yerleri kazanan arkadaşlarım çıktı.

Okullar değerliydi, öğretmenlerin bir ağırlığı vardı. Okullarda güzel işler yapılıyordu. 28 Şubat’tan sonra ideolojik sebeplerden ötürü eğitim camiasında radikal değişimler yaşanmaya başlanınca işin rengi de değişti. Öncelikle 8 yıllık zorunlu eğitim sebebiyle okumak isteyenle istemeyen öğrenci, aynı sınıfta tutulmaya başlandı. Sınıfların sayıları arttı, okullar fizik olarak bu yükü kaldıramayınca ikili eğitim gibi alternatifler denenmeye başlandı. Bu durum, sınıfların yapısını ciddi anlamda bozdu. Okuma hedefi olmayan çocuklar ders saatlerinde sınıflarda sorunlar çıkarıp dersi sabote ediyorlardı. İster istemez bu durum kaliteyi olumsuz etkiledi.

AK PARTİ’nin seçim çalışmalarında göğsünü gererek kullandığı “okul kitaplarını bedava verme” uygulaması da okullarda başka sorunları beraberinde getirdi. Bu konuyu açmadan önce eski sistemi anlatmam gerek:

Yayınevleri hazırladıkları kitapları yaz tatili boyunca ülkeyi gezip okullara bırakıyorlardı. Eylül ayının ilk iki haftasında yapılan seminer çalışmalarında okul zümre toplantılarında öğretmenler getirilen kitapları inceliyor ve hangilerini faydalı görürlerse onları seçip öğrencilerine tavsiye ediyorlardı. Yayınevleri de tercih edilen olabilmek için kaliteyi artırma ihtiyacı duyuyorlardı.

Veli, kitapları parayla alıyordu. Bu durum aileye maddi külfet oluyordu belki ama bunun da çözümleri vardı. Kitap iyi olursa piyasada sürekli yer alabiliyor, dolayısıyla ertesi sene de geçerli olduğu için öğrenciler, kitaplarını birbirlerinden temin edebiliyorlardı. Bu durum kâğıt israfını da ortadan kaldırıyordu. (İsraf deyince, bizlerin zamanında test kitapları da dâhil olmak üzere kitaplar tertemiz tutulur, sorular müsvedde kâğıtlara çözülürdü. Sınavdan sonra da kardeşe, arkadaşa, akraba çocuğuna verilirdi. Bu da insanlar içerisinde dayanışmayı ve gönül bağını güçlendiriyordu. Şimdi ise sorular kitapların üzerine çözülüyor ve ciddi bir israf oluşturuluyor. Bunun da temelinde okuldaki ders kitabını hoyratça kullanmak yatıyor.)

Buradan yapılan icraata karşı olduğum düşünülmesin. Mesela Almanya’da bir kitabın yıllarca devlet tarafından kullanıldığını, her sene öğrenciye ücretsiz verilirken öğrenciyle sözleşme imzalandığını duydum. Bizde neden olmasın? Yoksa yayınevleri zarar mı eder? Kitapları basan yayınevleri kimin ki? Dağıtımı yapan şirketler de mi zara ederler yoksa? O şirketler kimlere ait?

MEB tarafından öğretmenin görüşü alınmadan belirlenip okullara gönderilen kitapların kalitesinin düşük, etkinliklerin az olduğunu görmekteyiz. Öğretmenin hedeflerine uzak düşen kitap, öğretmeni tatmin etmeyince öğretmen ya kullanmıyor ya da ek kaynak aldırıyor. Bu durum da şikâyetlere sebep oluyor. Şikâyetler de oy ile yol alan partileri tedirgin ediyor. Veliye hoş görünebilmek için popülist açıklama yapmalar, öğretmenlere ceza vermeler söz konusu oluyor. Öğretmen ders kitabıyla yetinince de okul başarısı düşük oluyor ve bu sefer “Neden başarısız olunuyor?”un cevabı aranıyor. Aslında herkes cevapları biliyor ama söylemek veya düzeltmek kimsenin işine gelmiyor. Deve kuşu misali kafamızı kuma gömmek en iyi çözüm gibi görünüyor. (Okullarda bazen özel yayınevlerinin test kitaplarını dağıttıklarını ve test kitabı alan velilerin nasıl mutlu olduklarını görüyoruz. Bu da velilerin savundukları ile çelişkiye düştüklerini göstermez mi?)

Ülkenin nüfus politikasının olmaması, eğitimin zorunlu olması gibi sebeplerle sınavlara giren öğrenci sayısı sürekli artıyor. Bu durum da sınavların zorlaşmasına sebep oluyor. Sorular zorlaşınca daha fazla tecrübe sahibi olma, dolayısıyla daha fazla soru çözme, bunun için de daha fazla yayın alma zorunlu oluyor. Bunun da başka sonuçları oluyor: İdealist öğrenci veya idealist veli daha fazla ilgi istiyor. Bu durum da dershaneyi zorunlu hale getiriyor. Yukarıda okuldaki derslerle sınav kazandığımı söylemiş olsam da o zamanki şartlarla bu zamanki şartların eşit olmadığını da itiraf etmem gerekiyor.

8 yıllık zorunlu eğitim, çeşitli sebeplerle aceleye getirilmiş, üzerinde iyice düşünülüp araştırma yapılmamış bir sistemdi. Olayın psikolojik ve sosyolojik yönleri üzerine araştırma yapılmamış, sorunları ortadan kaldıracak çözümler de üretilmemişti. Bu durum meslek zincirine oldukça zarar verdi. Usta- çırak ilişkisiyle devam eden mesleklerin yara almasına sebep oldu. Okuma umuduyla okula giden çocuklar, okuyamayınca meslek edinme yaşlarını da kaçırmış oldular. Çıraklık eğitimi veren okullar açılmış olsa da amacına ciddi anlamda ulaşamadı. Okumayı istemeyen çocuklar da yukarıda belirttiğim gibi okullarda düzeni bozdular.

2005 yılında AK PARTİ dönemi en cafcaflı dönemini yaşayıp birçok alanda halkı memnun ederken Milli Eğitim konusunda tel tel dökülmeler devam ediyordu. Nitekim dönemin Milli Eğitim Bakanı Doç. Dr. Hüseyin Çelik okulların düzenini sarsacak skandal uygulamaları gündeme getirmeye başladı. 4/C’li öğretmen alımı ile başlayan skandal, mahkemelerin aksi karar vermesine rağmen devam ettirilmeye çalışıldı. Daha sonra da 4/B’ye dönüldü.

Peki, ne diyordu 4/C ataması: Öğretmen 10 ay çalışıyor, 10 ay maaş alsın.

Bu fikir size tanıdık geldi mi? Dershanelerde yaygınlaşan uygulamaydı bu bahsedilen. Hatta o dönemde Sayın Çelik kameraların karşısına geçip: “Öğretmenler çalışmıyorlar, üç saat ders yapıp okeyin başına oturuyorlar.” diyerek yönettiği kitleyi halka hedef gösteriyordu. Bu sözler, eğitim camiasının içini bilmeyen ve evde iki çocuğuna sahip çıkmayı beceremediği halde konuşurken “ Üç ay tatil yapıyorlar, çalışmıyorlar.” diyen güruhun duygularına tercüman oldu. Güruhun ağzıyla konuşan Bakan, öğretmenin itibarına en büyük darbelerden birini vurdu.

Sınıf geçme olayını velinin arzusuna bırakan sistemi daha önceki hükumet gündeme getirmişti. AK PARTİ hükumetinin de bu saçma uygulamayı devam ettirmesi, öğretmenin ağırlığını iyice kaybetmesine sebep oldu. Öğretmen bir taraftan otoritesini kaybedip bir taraftan da angaryalarla ezilmeye başlayınca ister istemez mesleğine küstü. İdealistlerin mesleği olan öğretmenlik artık realistlerin mesleği oldu. Bunu bir fedakarlık olarak değil, sadece iş ve kazanç olarak görmeye başladı öğretmen. Çünkü emeği görülmedi, fikri ve duyguları önemsenmedi, dahası manevi ağırlığını iyice kaybetti. Öğretmen de “İşimi yapar, gerisine karışmam.” mantığına büründü. (Kabul etmem gerekir ki eski idealist çizgisini devam ettirmeye çalışan öğretmenler hâlâ var ama çok yoruldular. )

Müfredatın içi iyice boşaltılırken sınavların öğrencileri zorlaması ise öğrencileri dershanelere mahkûm etti. Okullardaki kalitenin bozulması, dershane öğretmeninin yükünü artırdı. Zira önceden konuyu bilerek gelen öğrenciye, dershanede pratikler gösterilirken artık dershanede öğrenciye sıfırdan konu anlatılmaya başlandı. Bu da hem dershane sayısının artmasına hem de özel ders piyasasının güçlenmesine sebep oldu. (Konu ara ara kopuyor ama bu kadar girift bir konuyu başka türlü anlatmak biraz zor.)

Devamı gelecek…