Bir zamanlar “Tarih tekerrürden ibarettir” derlerdi. Oysa ben diyorum ki;tarih hatırlamaktan çok, unutturmanın incelikli biçimidir.
Çünkü her çağda kalem, kazananın elindedir.
Kaybedenler sadece konu olur, asla yazar olamaz.
Bir savaşın galibi zaferini destanlaştırırken, mağlup olan taraf sadece “kaynakçada geçer”.
Ve işte tam da bu yüzden tarih hiçbir zaman tarafsız değildir; sadece iyi kurgulanmış bir hikâyedir.
Okullarda “bizim tarihimiz” diye ezberlediğimiz şey, aslında birilerinin seçtiği tarih.
Tarihin satır aralarında kimlerin sesi eksik, hiç düşündün mü?
Bir kadının, bir köylünün, bir çocuğun gözünden yazılmış bir tarih kitabı yok.
Çünkü onlar tarih yapmadılar, sadece “yaşadılar.”
Ama yaşam, savaş kazanmaktan daha tarihî değil mi?
Bir kraliçenin mektubu arşivlenir,
ama bir annenin savaşta kaybettiği oğluna yazdığı mektup nemli bir çekmecede yok olur.
Tarihin büyük kısmı işte o çekmecelerde kaldı.
Tarih kitapları aslında toplumsal bilinçaltının özetidir.
Biz neyi hatırlamak istiyorsak, onu tarih sayıyoruz.
Ne rahatsız ediciyse, onu dipnota atıyoruz.
Tarihin en dürüst cümleleri genellikle parantez içinde yazılmış olanlardır.
Bir düşün: “Bu bilgi kesin değildir.”
Bu cümle bile tarihin vicdanıdır.
Çünkü kesin olan şeylerin çoğu, birilerinin işine öyle geldiği için kesinleşmiştir.
Bugün arşivlerde sessizce tozlanan belgeler var
ama orada yazmayan milyonlarca hikâye de var.
Tarih sadece yazılı olana inanır,
oysa yaşam çoğu zaman yazılmadan geçer.
Bir köyün kadınları, bir dönemin işçileri, bir sokağın çocukları.
Onlar tarihin öznesi değil, “dipnot malzemesi” oldular.
Belki de geçmişin en büyük eksikliği bu:
Gerçek insanlar, tarihsel figürlerin gölgesinde görünmez kaldı.
Tarih bazen tıpkı sosyal medya gibidir;
kim daha çok beğeni toplarsa o görünür kalır.
Kahramanlar “etiketlenir”, mağdurlar “sessize alınır.”
Bir paylaşımın altına “şehri savundu” yazmak kolaydır ama
o şehrin içinde kalan insanların hikâyesi hiçbir zaman paylaşılmaz.
Ve belki de en acı gerçek:
Tarihte herkes haklıdır, çünkü yanlış olanlar hiç yazmaz.
Bugün gençler, geçmişi tarih kitaplarından değil, dizilerden öğreniyor.
Her tarihî karakterin yüzü bir oyuncuya, sesi bir senariste ait.
Tarih artık belge değil, reyting unsuru.
Böyle olunca, tarih bilincinden çok “tarih estetiği” gelişiyor.
Geçmişin gerçekliğini değil, sahne ışığını hatırlıyoruz.
Tarih aslında bir el yazması gibi; her dönemde bir satırı yeniden silinip yazılıyor.
Bugün okuduğumuz tarih, tamamlanmamış bir mektup.
Gönderileni belli, ama yazarı belirsiz.
Ve belki de en dürüst cümle şu olurdu: “Bu tarih, imzası eksik bir geçmişin özetidir."
Tarih bazen susturulanların yankısıdır.
Ve her yeni nesil, o sessizliği biraz daha duyabilirse,
belki ilk kez tarih değil, hakikat yazılır.
