Erzurum’a lapa lapa yağan kar, şubat soğuğunun etkisini iyice kırmıştı. Günler kısa ve soğuk geceler uzundu; sabahtan akşamın karanlığına bir sigara içimlik zaman kalırdı ancak. Sobalı evlerin damından martın sonuna kadar Aşkale kömürünün duman ve isi eksik olmazdı.
Dağ mahalleli Yılmaz’a ‘Tatar Ramazan’ diye seslenirdi arkadaşları. Delikanlı, sözünün eri, mert, gözü tok, iri yarı birisiydi Yılmaz. Kumaş kasketi ve sarı kehribar tespihi ayrılmaz aksesuarlarıydı
Yılmaz her sabah olduğu gibi o gün de erkenden kalkmış, toprak damlı evinin bitişiğindeki ahırda Kırat ile Karaat’ın yemlerini verip tımarlarını yapmıştı. İşi bittiğinde Bitlis tütününden sarma sigarasını yaktı Dumanı ciğerlerinde şöyle bir gezdirdikten sonra ter ve fışkı kokan ahırın nemli havasına doğru üfledi. Gözü atlarına takılınca dudaklarının kenarında hafif bir tebessüm belirdi. “Gâvur gibi susuzluktan yanıyorsunuz,” dedi yelelerini okşayarak.
“Kaya tuzunu az zıkkımlansaydınız ya! Arpa karnınızı şişirdi, tuz ciğerlerinizi, dudaklarınızı yaktı. Yanın köftehorlar! Birazdan yanmanın yerini zevk ve coşku alacak nasıl olsa. Hadi göreyim sizi. Kırat, gözümün nuru, aman sarhoş olduktan sonra parlayıp da beni mahcup etme. Karaat sen de beni üzme olur mu? Erkekler sarhoşluğu kaldırır da kancıklar kaldıramaz. Valla sizi iki yiğit arkadaş, yoldaş, sırdaş insan olarak görmüyorsam aha iki gözüm önüme aksın. Hayatta sizden başka neyim var ki benim? Zenginliğim, umudum, eğlencem, bütün varlığım sizsiniz.”
Önce gözünün nuru Kırat’ın, ardından Karaat’ın boynuna sarıldı, bir çocuk gibi kokularını içine çekti. Kalçalarına şefkat ve sevgi dolu bir şamar atıp ahırdan çıkarken, atlar da sanki söylenenleri anlamış gibi Yılmaz’ın ardından sessizce bakakaldılar. Yılmaz dışarı çıkar çıkmaz eski kalın paltosunun yakalarını dikti, kasketinin siperini kaşlarına kadar indirdi. Eve doğru yürürken sadece kara lastiklerinin karın üzerinde çıkarttığı ses duyuluyordu. Kapıyı sessizce açıp odasına gitti. Ablası pantolonunu ütüleyip yatağın üzerine bırakmıştı, dolaptan da bordo balıkçı yaka kazağını çıkardı. O gün düğün günüydü, Tevfik dayının oğlu Veli evlenecekti. Tüm komşular, akrabalar gelini çıkartmak için çoktan Tevfik dayının iki odalı gecekondusunun önünde toplanmışlardır diye geçirdi içinden. Hızlıca giyindi. Kilere girip üzerine sofra bezi örtülmüş mavi leğenden biraz tandır ekmeği, kırmızı kilden yapılmış küpten de biraz lor alıp dürüm yaptı. Bakır maşrapadan da bir bardağa soğuk su doldurdu. Karnını doyurduktan sonra da düğün alanına gitmek üzere yola koyuldu.
Fakire eğlence lazımdı. Bütün sıkıntılara, zorluklara göğüs germenin yolu eğlenmekten geçiyordu. Varsın otomobili, kaloriferli apartman katı olmasın. Mezarda, kodeste veya hastane köşesinde olmadığı sürece bir lokma ekmek, bir bardak su insanı hayatta tutmaya yeterdi. Hayattaydı işte. İki sene önce, kodeste yatmayanın adamdan sayılmadığı Dağ mahallesinde bir kavgaya karışmış, Pezevenk Nail’i karnından bıçaklamıştı. Ardından Nail hastaneye, Yılmaz da 18 ay yatacağı Cezaevine götürülmüştü. Ölmemişti Pezevenk Nail, ölmediği gibi de şikâyetçi olup aynı gün yakalatmıştı Yılmaz’ı. ‘Tatar Ramazan’ Yılmaz kodeste geçirdiği günler içerisinde diğer kader mahkûmlarından okuma yazma öğrenmişti. Artık gazete dergi okuyabilir, isterse mektup bile yazabilirdi ama ne bir sevgilisi vardı uzaklarda onu bekleyen ne de bir nişanlısı. Hayatının sonuna kadar tek bir mektup bile yazmadı.
Mahalleli erkekler ve çocuklar, aralarına aldıkları Tevfik dayı ve oğlu Refik’le birlikte karın üzerinde davul zurna eşliğinde bar oynarlarken, kadınlar da gecekondu damlarından, perde gerisinden düğün alayını seyrediyorlardı. Davulcu Gani ile zurnacı Şamil bahşiş aldıkça kendilerinden geçerek zanaatlarını icra ediyorlardı. Her düğünde olduğu gibi yine herkesi kendisine hayran bırakan, oynadığı dehlenk ile Deli Sabri’ydi.
Yularlarından tuttuğu atlarını çeke çeke düğün evinin önüne geldi Yılmaz. Atlarıyla nasıl da gurur duyduğu yüzündeki gülümsemeden belliydi. Yazın faytona koştuğu atlarına ahırda kaya tuzu yalatıp, susuzluktan kavrulmalarını sağlamıştı. Gece boyunca susuzluktan yanıp kavrulan Kırat ve Karaat, kendileri için önceden hazırlanmış olan su dolu eski yağ tenekesine doğru hamle yaptılar. Yılmaz, arkadaşı Kürt Selo’yla birlikte iki küçük şişe rakıyı su dolu tenekenin içerisine boşalttı. Atlar keskin anason kokusuna aldırmadan kana kana içtiler suyu. Tenekeden başlarını kaldırıp yelelerini sağa sola sallayarak uzun uzun kişnemeye başladılar. Düğün alayında bulunan eski kulağı kesiklerden, atmışını devirmiş olan Hacı Mustafa, “Ola oğul atlara içirmeyin ano zıkkımı!” diye bağırdı. “Eğleneceksiniz diye atları sarhoş etmeyin. Günahtır. Sıratta o atlar sizi çifteleriyle cehennemin dibine yollar, etmeyin, eylemeyin!” diye söylendi., “Hacım atlar da benim, günah da benim,” diye cevap verdi Yılmaz. Atlar düğünün coşkusu, rengi, neşesiydi ona göre ve meydandaki tek at sahibi olduğu için de mutluydu. “Benim atlarım adam gibi içer, adam gibi de ayakta kalır, öyle kancık gibi yıkılmazlar. Atlarım zir zop sarhoşlardan sağlamdır. Atlarım insanlardan daha iyi içer. Rakıyı ata, kemiği ite vereceksin ki içlerindeki cevheri görebilesin.” dedi Yılmaz.
Susuzluklarını gideren atlar anında sarhoş olmuş, onların bu hali yılların kurdu olan davulcu Gani ile zurnacı Şamil’i iyice coşturmuştu. Atlardan önce birer kadeh rakı içmiş olan Gani ve Şamil de ‘Köroğlu’nu çalıp, atları ritimle oynatacak olmanın sevincini yaşıyordu. Yılmaz atların yularını bıraktı. Rakının etkisiyle, davul ve zurnanın ritmine ayak uyduran Kırat ve Karaat, oynamaya başladı. Ayak hareketleri, hafif kişnemeler ve dalgalanan yelelerine nal sesleri ile ahenk katan sarhoş atların çevresi yeni yetmeler, yaşlılar ve çocuklardan oluşan davetli halkasıyla çevrelendi. Ön ayaklarının sekmelerini arka ayakların ritmik hareketleri takip etti. Yılmaz dahil, mahallenin erkekleri atların karşısına geçip coşkuyla, tutkuyla bar tutmaya başladı.
SON