“Zamanı kovalarken hayatı düşürüyoruz elimizden. Belki de yetişmemiz gereken şey, zaman değil; kendimizdir.”
Bazen öyle bir hızın içine kapılıyoruz ki, nefes almak bile zaman kaybı gibi geliyor. Her şey daha hızlı, daha kısa, daha verimli olmalı. Günlerimiz koşuşturma, gecelerimiz yorgunlukla geçiyor. Ama hiç düşündük mü; acele ederken neyi kaçırıyoruz? Belki de en güzel anları, farkında olmadan arkamızda bırakıyoruz.
İçinde yaşadığımız çağın görünmez mottosu: “Hızlı olan kazanır.”
Sosyolog Hartmut Rosa, modern toplumu “hızlanma toplumu” olarak tanımlar. Artık sadece üretim değil, duygular bile hızla tüketiliyor. Bir kahve bile 30 saniyede hazır olmalı; bir video, 10 saniyede bitmeli; bir hedef, hemen ulaşılmalı.
Oysa bu hızın bize bedeli büyük: sabırsızlık, yorgunluk, yüzeysellik.
Bir şeyleri hemen bitirmek uğruna, çoğu zaman hayatın kendisini bitiriyoruz fark etmeden.
Psikoloji literatüründe buna “time urgency syndrome” yani “zaman baskısı sendromu” deniyor.
Bu sendromu yaşayan bireyler, sürekli bir acele duygusuyla hareket eder; durmak, beklemek ya da yavaşlamak onlara verimsizlik gibi gelir.
Ancak yapılan araştırmalar, bu kişilerde stres hormonu (kortizol) seviyesinin yüksek olduğunu ve bunun uzun vadede anksiyete, dikkat dağınıklığı, uyku problemleri gibi sonuçlar doğurduğunu gösteriyor.
Yani aslında acele etmek sadece zamanı değil, sağlığımızı da tüketiyor.
Modern toplum bize hep aynı mesajı veriyor: “Geç kalma!”
Bir işe girmek, bir ilişki kurmak, mezun olmak, kilo vermek, para kazanmak. Hepsi hemen olsun isteniyor.
Sosyal medyada herkesin bir yerlere “vardığını” görünce kendi yavaşlığımızdan utanıyoruz.
Oysa kimse o hedefe giderken kaç kere düştüğünü, ne kadar beklediğini göstermiyor.
Böylece kendi hızımızdan utanır hale geliyoruz.
Oysa her hayatın kendi ritmi vardır; acele etmek, bazen o ritmi kaybetmektir.
Yeni kuşak, hızla büyüyor. Videoları 1.5 hızda izleyen, kitap özetlerinden öğrenen, “hemen olsun” kültüründe yetişen bir nesil.
Ama bu hız, onların dikkat süresini de kısaltıyor.
2025 verilerine göre, ortalama insan dikkat süresi 8 saniyenin altına indi.
Yani bir düşünceyi bile tam anlamadan başka bir şeye geçiyoruz.
Derin öğrenme azalıyor.
Duygusal farkındalık düşüyor.
Sabır ve istikrar neredeyse kayboluyor.
Ve ironik bir biçimde,
ne kadar acele edersek, o kadar az şey yetiştiriyoruz.Doğa hiçbir zaman acele etmez ama her şey tam zamanında olur.
Bir çiçek, mevsimi gelmeden açmaz.
Bir dalga, rüzgâr izin vermeden kıyıya vurmaz.
Ama insan, doğaya meydan okudukça doğal dengesini kaybediyor.
Belki de yavaşlamak, yeniden doğaya ve kendimize uyumlanmaktır.
Bugün İtalya’da “slow food” hareketi, yemek yemeyi sadece karın doyurmak değil, farkındalık eylemi olarak görüyor.
Japonya’da “ikigai” felsefesi, sabırla yapılan her işin insan ruhuna iyi geldiğini savunuyor.
İskandinav ülkelerinde “lagom” yani “ne az, ne fazla” anlayışı, hayatın dengeyle güzelleştiğini öğretiyor.
Bizdeyse hâlâ “hızlı ol, çabuk bitir, hemen başla” anlayışı hâkim.
Ama kimse “neden bu kadar acele ediyoruz?” sorusunu sormuyor.
Bir kahveyi bitirmek 10 dakika sürse ne olur?
Bir mesaj hemen dönülmese, bir hedef birkaç yıl alsa?
Hiçbir şey olmaz.
Belki de tam tersine, her şey olur.
Çünkü yavaşladığımızda fark ediyoruz:
Bir cümlenin duygusunu, bir gün batımının rengini, bir nefesin kıymetini.
Yavaşlamak aslında geri kalmak değil,kendine yetişmek.
Zaman hızlanmadı; biz hızlandık.
Ve her acelemizde, hayatın içindeki küçük mucizeleri ıskalıyoruz.
Belki de acele etmeyince fark edeceğiz:
Her şey zaten tam zamanında oluyor.
“Yavaşlamak, geri kalmak değil. "
“Hız çağında durabilmek, cesaretin en sessiz hâlidir.”
