Adalet... Üzerine en çok konuşulan ama en az yaşanan kavramlardan biri. Tarih boyunca her medeniyet, adaleti kendi inanç sistemine, toplumsal yapısına ve iktidar anlayışına göre şekillendirdi. Ancak değişmeyen bir şey vardı: Adaletin terazisi hiçbir zaman sadece kanunla değil, vicdanla da tartılırdı.
Bugün “adalet” kelimesini duyduğumuzda aklımıza mahkemeler, hâkim cüppeleri, ağır kapılı adliye binaları geliyor. Oysa geçmişte adalet, halkın gündelik yaşamının ortasındaydı. Osmanlı’da kadı sadece hüküm veren biri değildi; aynı zamanda ahlakın, toplum düzeninin ve insan onurunun koruyucusuydu. Kadıların verdiği kararlar, “hakkaniyet” kavramına dayanırdı. Hakkaniyet, bugün unutulan bir kelimedir belki ama adaletin ruhuydu.
Cumhuriyet dönemine geldiğimizde, bu anlayış yerini daha kurumsal bir yapıya bıraktı. Artık adalet “devletin bir kolu” haline gelmişti. Ama Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi, “adalet bir devletin direğidir”; direk eğilirse çatısı da çöker. Bu söz, sadece bir dönemin değil, her çağın uyarısıdır.
Bugün adaletin temelini konuşmak istiyorsak, önce vicdanı hatırlamak zorundayız. Zira vicdan olmadan hukuk, sadece kurallar yığınına dönüşür. Hocaların “adalet duygusu doğuştandır” dediği o ilke, toplumun kodlarında var. Fakat dijital çağda, her şey gibi adalet de hızla algoritmalara teslim ediliyor. Sosyal medyada yargısız infazlar, linç kültürü, “görmeden inanma” çağrısı yerini “okumadan yargılamaya” bıraktı.
Peki, geçmişte nasıldı?
Osmanlı’da bir mazlumun kadı kapısına gitmesi yeterliydi. Hakkını ararken “delilin yoksa sözün de var” diyebilirdi. Bugün ise bazen delil de yetmiyor, bazen sesini duyurmak bile lüks haline geliyor.
Adaletin temeli neye dayanır sorusunun cevabı ise sade ama derindir:İnsana.
İnsanı merkeze almayan hiçbir sistem, adaletli olamaz. Türk düşünce tarihinde bu gerçeği en iyi anlatan isimlerden biri Ziya Gökalp’tir. “Adalet, cemiyetin vicdanıdır,” der. Yani toplumun ahlaki pusulası ne yöne dönüyorsa, adalet de oraya yönelir. Eğer vicdan körelmişse, en mükemmel kanunlar bile işe yaramaz.
Bugün sokaktaki vatandaş “adalet” dendiğinde önce neyi düşünüyor? Mahkemeyi mi, siyaseti mi, yoksa kendi yaşadığı haksızlıkları mı?
İşte burada problem başlıyor. Çünkü adaletin toplumsal algısı bozulduğunda, güven duygusu da sarsılır. Adaletin olmadığı bir yerde ne ekonomi işler, ne eğitim, ne ahlak.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Mahmut Esat Bozkurt’un “Adalet mülkün temelidir” sözü sadece duvarlarda yazılı değildi, halkın zihnindeydi. Bugün o temel çatırdıyor çünkü toplumun adalet algısı artık dışsal değil, kişisel hale geldi. “Bana dokunmayan adalet, adalettir” düşüncesi tehlikeli bir yanılsama yaratıyor.
Bir hukuk profesörü şöyle demişti: “Adalet, gecikirse adalet olmaktan çıkar.”
Bu söz sadece mahkemelere değil, hayatın tüm alanlarına hitap ediyor. Bir çocuğa yapılan haksızlık, bir işçiye ödenmeyen maaş, bir öğrencinin emeğinin hiçe sayılması da adaletsizliktir. Biz, adaleti sadece yargı salonlarında aradığımız için kaybettik belki de.
Adaletin tarihi aslında insanın kendi vicdanına bakışının tarihidir.
Terazi bir elde değil, iki kalpte durur: biri yasaların, diğeri vicdanın.
Ve unutmamak gerekir: Adaletin terazisi şaşarsa, en çok teraziyi tutan el yanar.
