İnsanın kulaklarını jilet gibi kesen bir tipi esiyor... Ben ve akranlarının resim yeteneği ile tanıdığı hem futbol hem de mahalle arkadaşım Ferruh Haşıloğlu
ile Gürcükapı’da, İhmal Camisi’nin biraz aşağısındaki Sedo’nun ’Hürmet Çayevi’ndeyiz.
Ferruh, o yıllarda Erzurum Lisesi’nde okuyor. Ben ise Meslek Yüksekokulu Elektrik Bölümü’nde...
Her gün buluştuğumuz Hürmet’te, bugün buluşmamızın sebebi, bir gün önce Cumhuriyet Caddesi’nde
gezerken mahalli gazetelerin camekânında Milletin Sesi’nin muhabir ilanını görmüşüz. (O yıllarda tüm
yerel gazetelerin birinci ve spor sayfaları Cumhuriyet Caddesi’nde sergilenirdi) O ilan için iş görüşmesine
gideceğiz. Ancak Hürmet’te sıcacık çaylarımızı yudumladıktan sonra çıktığımız yolda o kadar üşüyoruz
ki; daha Mumcu’nun altına gelir gelmez Erzurum İş Merkezi’ne sığınarak kulaklarımızı ovalamaya
başladık.
O günlerde yeni açılmış Erzurum İş Merkezi, kaloriferli ve sıcacık... Yanılmıyorsam Erzurum’un ilk özel iş Merkezi... Günümüzün AVM’leri gibi düşünün ışıl ışıl ve sıcacık ve bir o kadar da; o soğuk günlerde tıka basa kalabalık.
Neyse biz Milletin Sesi yolculuğuna dönelim... Ferruh ile Erzurum İş Merkezi’nden çıktık. Mumcu o
zaman adeta açık doktor pazarı... Benim çocukluğumdan beri bir levha okuma takıntım var. Levha
okuma alışkanlığı... İlginç unvanlar, isimler, ticarethaneler...
Ferruh’ta ise ressam titizliği ile bir tipografi hastalığı... Doktor şu renkte olsaymış, A.. ben olsam A harfini
böyle yazardım gibi... Nihayaet Mumcu’nun başına çıktık.
Biz, Gürcükapılılar için Mumcu’dan Cumhuriyet Caddesi’ne çıkmak heyecandır. Oradan sola dönüp eski
belediye binasına gideceğiz. Çünkü bir kez daha bakacağız yerel gazetelere Milletin Sesi Gazetesi hala muhabir arıyor mu?
Evet, evet sadece muhabir değil yazı işleri müdürü de arıyormuş Milletin Sesi... Ferruh, “Bozkurt sen lise mezunusun, Yazı İşleri Müdürü bile olabilirsin...” diyor.
Ben ise, “Dur oğlum önce muhabir olmam gerek...” diye cevap veriyorum. Ve o telaşla şimdi atıl olan, o günlerin Erzurum Belediyesi hizmet binasının bodrum katına giriyoruz.
Buram buram bir mürekkep kokusu, takır tıkır makine sesleri, durmadan bir yerden bir yere koşturan
insanlar ve ışıklı kırmızı bir levha; Milletin Sesi... ‘Adımız Andımızdır... Haber Hür, Yorum Kutsaldır’ diye
de altta bir slogan.
Ferruh’un, “Bozkurt, ilan veren gazete işte burası...” diye uyardığını hatırlıyorum.
Sonrası bir masal gibiydi...
‘Masal gibiydi...’ Cümlesini özellikle kurdum. Çünkü o gün beni ve yaşamımı şekillendiren adam ile
karşılaştım.
Doktor Ali Kurt..
Ferruh, böylesi durumlarda çok naif, naif olduğu kadar da soğukkanlıdır. Ben ise tüm ayazları yemiş birisi
olarak o bodrumda ayakları tir tir titreyenim.
Karşımda Fransız romanlarından çıkmış gibi elinde piposu, boynunda papyonu, koltuğunun altında
çantası, tren rayı gibi ütülü pantolonu ve kahverengi çerçeveli gözlükleri ile ortalığı süzen kısa boylu
adam var. O adam bize bir göz ucu ile baktı ve karşı odaya girdi.
O anı aradan 30 yıl geçti hiç unutamam...
Sonrası mı?
Masmavi gözleri, sap sarı bıyıklı, ince uzun, elleri mürekkebe boyanmış sağa sola bağıran bir adama
yönlendirdiler bizi.
Gazetenin Müessese Müdürüymüş... Cahit Hınıslıoğlu...
Adam huysuzun teki... Korkarak yanaştık yanına.
Dedim ya; Ferruh soğuk kanlıdır. Anlattı derdimizi. İlan için geldiğimizi söyledi. Benim muhabir olmak
istediğimi anlattı.
O, huysuz adam sustu... Sonra; “Şu karşı odaya gidin. Amca orada. Muhabirleri o işe alıyor. Ama
yanında Dr. Ali Kurt var. Çıksın, sonra girin...” diye de tembihledi.
Benim telaşım bir ise o andan itibaren bin olmaz mı?
Fransız romanlarından çıkmış gibi elinde piposu, boynunda papyonu, koltuğunun altında çantası, tren
rayı gibi ütülü pantolonu ve kahverengi çerçeveli gözlükleri ile ortalığı süzen o kısa boylu adam da o odada.
Feruh’a; “Sen burada bekle ben görüşüp geleyim...” diyerek daldım odaya.Dalmaz olaydım.
Karşımda; arkasında ortaokul sıralarındayken Tarih kitaplarında gördüğümüz siyah beyaz bir İbrahim Müteferrika tasviri, plaketler, madalyalar, kitaplar, gazeteler olan kocaman masasında kahverengi takım elbisesi, siyah çerçeveli gözlükleri ile oturan yaşlı bir adam...
Yaşlı adam, çala pata girdiğimden olsa irkildi. Papyonlu, pipolu adam ise rahat. Hem de olabildiğine
rahat. Ayak ayak üstüne atarak gözlerini bana dikti.
Yaşlı adam; “Buyur evladım ne istiyorsun?” diye sordu.
“Ben ilanınız için geldim amca...” dedim
Papyonlu adam, öyle bir kahkaha attı ki, o kahkaha hayatımın en karamsar anlarında beni umutsuzluk
kuyusundan çıkarır, hala çınlar kulaklarımda.
O kahkaha ile öyle rahatladım ki... Bende gülümsedim. Bitti tüm telaşım. Oturttular beni karşılarına. Onlar sordu, ben yanıtladım.
İşte o gün başladı yazı hayatım.
O kahkaha bana bir meslek kazandırdı.
Bana, beni tanıttı... O kahkaha özgüven verdi bana...
Neler yapabileceğimi gösterdi.
O, adamı... Elin de piposu, boynunda papyonu ile bana çok uzak görünen ama aslında beni karanlık dehlizlerden
yalnız bırakmayan O adam, en son (13.03.2021) ‘Babam Ahmet Kurt’ kitabını bizzat yazı evime gelerek
imzalayıp verdiği gün gördüm.
Ben onda;
Arkadaşlık, acıda paylaşım, sevinçte coşku, zor günlerde yardımı gördüm.
Ben onda;
Her şeyden ötesi güven ve sır saklamayı, güvendiğin adama sırtını dönebilmeyi gördüm.
Düşünsenize;
Dört kardeşimi öksüz ve yetim bırakarak askere gitmişim.
Tunceli Nazimiye’de ailem hariç tek harçlık istediğim adam O.
Evlenmeye karar verdiğimi, heyecanla gece yarısı ilk paylaştığım insan O.
Üniversitede yazarlık eğitimi alırken bile ilk yazılarımı okuyan, ilk şiirlerime en etkin yorum ve eleştirileri
yapan, gençlik dönemimde benim gibi bir sergüzeşti hep idare eden O...
Rol modelimdi benim O...
Cesaretim, aklım ile duygularımı karıştırmamayı öğreten adam O.
Bana, babamdan sonra tek ceza ve ödül veren insandı O.
İyi ki vardı, iyi ki dostum oldu Dr. Ali Kurt...
Bu vesile ile başta Kemal Alyanak ve Prof.Dr. Ali Kurt olmak üzere yaşamını yitiren tüm meslektaşlarıma
ve meslek büyüklerima Allahtan rahmet diliyorum. Ruhunuz şad, mekanınız cennet olsun.
