Sevgi GÖL


Biyoteknolojinin Etik Sınırları:Gen düzenleme ve Klonlama

Bilim Ne Kadar İleri Gidebilir?Gen Düzenleme ve Klonlamanın Etik Sınırlarında Gezinmek


Biyoteknoloji artık sadece laboratuvarların, bilim insanlarının ya da akademik çevrelerin değil, hepimizin hayatına doğrudan etki edebilecek kadar güçlü bir alan. Gen düzenleme, klonlama, yapay organ üretimi… Bunlar artık bilim kurgu filmlerinden çıkıp gerçekliğimiz haline geliyor. Ve evet, işin içine bu kadar “gerçek” girince, doğal olarak beraberinde pek çok etik, felsefi ve hatta varoluşsal tartışmayı da sürüklüyor.
Şunu kabul etmemiz gerekiyor: Genetik bilimi hastalıkları ortadan kaldırma, yaşam kalitesini artırma, nesli tükenmekte olan türleri koruma gibi sayısız güzel vaat sunuyor. Ama bu vaatler, insan olmanın anlamını, kimliğimizi, özgürlüğümüzü ve toplumsal yapımızı da kökten sarsabilecek potansiyellere sahip. Her yeni keşif, “Peki ya sonra?” diye sorma ihtiyacımızı doğuruyor.
 Gen Düzenleme: Umut mu, Tehlike mi?
Bugün CRISPR gibi tekniklerle DNA'nın içeriğini nokta atışı değiştirmenin mümkün olduğu bir çağdayız. Genetik hastalıkların tedavisinde bu gelişme gerçekten umut verici. Orak hücre anemisi, Huntington hastalığı gibi genetik bozuklukları daha doğmadan düzeltmek kulağa mucize gibi geliyor. Ancak işin bir de diğer yüzü var: Genleri değiştirirken, bir sonraki nesli yani doğmamış çocukları şekillendiriyoruz. Üstelik onların haberi bile olmadan. Bu ne kadar adil? Rızası olmayan birinin genetik geleceğini belirlemek, insan haklarıyla bağdaşıyor mu?
İşin daha da ötesi var. “Tasarım bebekler” fikri artık bilimsel bir ütopya değil, ciddi ciddi tartışılan bir olasılık. Daha zeki, daha güzel, daha atletik çocuklar üretme arzusu, etik sınırları silikleştiriyor. Peki ama bu gelişmeler herkese açık olmazsa? Sadece zenginlerin erişebildiği bir lüks haline gelirse, zaten eşitsizliklerle boğuşan dünyamızda bir de “genetik elit sınıf” mı ortaya çıkacak?
Bu noktada şunu sorgulamak gerekiyor: Genetik olarak kusursuzlaştırılmış bireyler, gerçekten “daha iyi” insanlar mı olacak? Yoksa onları bu hale getiren sistem, insan olmanın özünü hatalarımızı, kırılganlıklarımızı, rastlantısallığımızı ellerimizden mi alacak?
 Klonlama: Bireyin Gölgesi mi, Gerçeği mi?
Klonlama deyince akla ilk gelen genelde bir film sahnesi oluyor: Laboratuvarda büyütülen insanlar, birbirinin aynısı kopyalar. Oysa bu teknoloji bilimsel gerçeklikte çok daha karmaşık ve çok daha hassas bir konu. Tedavi edici klonlama, yani bir bireyin kendi hücrelerinden kök hücre üretmek ve bunları tedavide kullanmak… Evet, bu alan gerçekten heyecan verici. Ama bir embriyo yaratıp sonra onu sadece hücre toplamak için yok etmek bu, birçok insan için “yaşam hakkı”nı doğrudan ihlal etmek anlamına geliyor.
Üreme amaçlı klonlama ise başka bir etik dehliz. Genetik olarak birebir aynı bir insan üretmek mümkün olsa bile, bu kişinin kimliği ne olacak? Onu diğerlerinden ayıran ne olacak? Kendisini bir “kopya” olarak bilmek, psikolojik olarak neye yol açar? Bu kişi tam bir birey olarak kabul edilecek mi, yoksa bir “deney ürünü” mü sayılacak? Bunlar hâlâ cevabı olmayan sorular.
Geleceğe Karar Veren Değerlerimiz Olmalı
Biyoteknoloji sadece bir bilim dalı değil artık, aynı zamanda insanlığın rotasını çizen bir pusula. O yüzden bu gelişmeleri yalnızca bilim insanlarına bırakmak yeterli değil. Etik kurulların, hukukçuların, dini temsilcilerin ve en önemlisi halkın bu tartışmalarda yeri olmalı. Bu kararlar, sadece teknik uzmanlıkla değil, değer yargılarıyla da şekillenmeli.
Hangi sınırlar aşılabilir, hangileri aşılamaz? Hangi noktada “ilerleme” artık “değişim” değil, “yıkım” olur? Bu sorulara birlikte yanıt aramalıyız. Çünkü bu kararlar, yalnızca bugünün değil, çocuklarımızın, torunlarımızın dünyasını da belirleyecek. Ve belki de ilk kez, gerçekten onların adına karar verirken iki kez düşünmek zorundayız.
Kimi zaman bilimin bize sunduğu “yapabilirim” cevabı, “yapmalı mıyım?” sorusunun gölgesinde kalmalıdır. İşte bu yüzden, insanlık olarak artık sadece teknolojiyi değil, vicdanımızı da geliştirmek zorundayız.