Orhan Yıldırım


ÇİFTE MİNARELİ MEDRESE’NİN TAŞ USTASI

Diş ağrısı gece boyunca uyutmadı. Aslında dişimin ağrısının azacağı yarım asrı aşan tecrübeden sabitti.


Diş ağrısı gece boyunca uyutmadı. Aslında dişimin ağrısının azacağı yarım asrı aşan tecrübeden sabitti. Ağzımdaki az sayıdaki dişimden birisini çok özen göstermeme rağmen koruyamamıştım. Alt ve üst çenemdeki ön dişlerim protezdi. Alt çene büyük azı dişim çürümüş ve ağrı yapmaya başlamıştı. Benim yaşımdakiler için bir dişi kaybetmek bir dostu kaybetmek kadar üzüntü vericiydi. Çocukluğumdan bu yana diş fırçalama alışkanlığımı sürdürüyordum. Bütün çabalarıma rağmen bir dişimi daha çektirmenin eşiğine gelmiştim. Dişimi çektirmemek, tedavi ettirmek için sabahın olmasını ağrıdan kıvranarak bekledim. Gece sessiz ve soğuktu. Dışarıda Kasım ayının sert rüzgârı esiyordu. Yataktan kalktım mutfağa gidip buzdolabından ağrı kesici almak istedim. Apranax alıp ağrımı hafifletmek iyi bir uyku çekmek istedim. Korku ile buzdolabın kapısını elim uzandığında ya Apranax yoksa ya da eşim Deniz son Apranax’ı ihtiyacı olan bir komşuya vermişse diye içimden geçirdim. Dolabın kapak kapısında yumurtaların dizili olduğu rafın altında Apranax’ı görünce çikolata almış çocuk gibi sevindim. Apranax’ı umulmadık hızla olduğu yerden alıp bardağa musluktan su doldurup içtim. Dişimin ağrısı yarım saat sonra hafiflemişti… 

Sabah ilk iş, çocukluğundan tanıdığım Cüneyt Kasil’i cep telefonundan aradım. İstasyon Meydanı’nı gören bir binada görkemli muayenehane açmıştı. Yıllarca SSK diş polikliniğinde çalıştıktan sonra, Cüneyt devlette çalışmaktan vazgeçip, kendi kliniğini açmıştı. Eli oldukça hafif olan Cüneyt’e dişlerimi gönül rahatlığıyla teslim edebilirdim. En azından dişimi kurtarmak için elinden gelen bütün gayreti göstereceğini biliyordum. Randevu aldıktan sonra dişlerimi fırçaladım. Mentol gargara yaptıktan sonra Cüneyt’in kliniğine gittim. Modern bir klinikti. Girişte asistanı karşıladı, randevumun olup olmadığını sordu. Kendimi tanıttım. Randevumun olduğunu ve beni beklediğini ifade ettim. Muayene odasında bir hastanın bulunduğunu ve biraz beklememi nazik üslupla belirttikten sonra çalan telefona cevap vermek için yanımdan ayrıldı. Zevkli döşemesi ve raflardaki biblolar ile duvardaki tablolar ince bir zevki gösteriyordu. Cam sehpadaki gezi dergileri dikkatimi çekti. Fotoğraf çekmeyi hayatının merkezine almış birisi olarak hemen dergileri karıştırmaya, içindeki sanatsal değer taşıyan fotoğrafları incelemeye başladım. Bir hava yolu şirketinin gezi dergisinde Moskova’yı ve Baltık mimarisini öven yazıyı okuyup resimlere bakarken, yanıma birisi oturdu. Zayıf, uzun boylu, gür saçlı, avuçları nasırlı, kendisi gibi parmakları ince olan bu adam görgü kurallarını hiçe sayarak, omzumun üzerinden resimlere bakmaya başladı. Dişimin ağrısı yeniden azmaya başlamıştı. Bu sırada bekleme salonunda ikimizden başkasının bulunmadığını fark ettim. Yanımdaki adam, teklifsizce dergiyi elimden alarak, “Rus mimarisine hayran hayran bakacağına ecdat yadigârı eserlere baksan olmaz mı?” 

“Haydi bulduk belayı” diye içimden geçirdim. Dişimin ağrısı aklımı başımdan alırken bu densiz de kimdi? Hangi cesaretle dergiyi elimden alıyordu. Haddini bildirmeliydim. Ama bana yakışmazdı. ‘La havle’ çekip başımı hafifçe aksi istikamete salladım. Öfkelendiğimi anladığını zannettiğim bu adam, “Dadaş, kızma, öfkelenme.” dedi. ‘Dadaş’ kelimesiyle öfkem, yumuşadı, tanımadığım bu adama karşı bir yakınlık, kardeşlik hissetmeye başladım. Her zamanki gibi nazik üslubumu takınarak, “Dadaş, kusuruma bakma. Dişim çok ağrıyor, dayanılacak gibi bir ağrı değil. Üstüne sen de izin istemeden dergiyi elimden alınca sinirlendim.” dedim. Yanımdaki adam ‘Dadaş’ diye hitap etmeye devam ederek, “Dadaş, benim de dişim ağrıyor. Çürümüş dişimi çektirmeye geldim. Diş çürüyüp ağrı yapmaya başladı mı artık ondan kurtulmanın zamanı gelmiştir. Diş de insanın karısı gibidir fazla nazını çekemezsin ya boşar ya da vurur kurtulursun. Dadaş, çektiğim azabın yanında diş ağrısı, göz ağrısı gibi.” Diyerek konuşmasına ara verdi. 

“Dadaş, mesleğin nedir? Erzurum’un neresinden, kimlerdensin?” diyecektim ki, aklımdan geçeni okumuşçasına,” Dadaş, Erzurum’un yerlisiyim. Taş ustasıyım. Duvar ustalığım da var. Erzurum’un kalbi, ruhu sayılacak medresenin baş ustasıyım.” “Dişimin ağrısından mı yanımdaki adamın söylediklerini böyle anladım ya da dişinin ağrısından mı ne söylediğini bilmeden konuşuyor bu adam” diye düşünürken, sekreter kız bir bardak çayı sehpama bıraktı. “Dadaş, Çarlık Rusya’sının mimaride ileri olduğu dönemlerin öncesinde Anadolu’ya bu kadim toprakların üstünde taş ustaları, mimarlar, çini ustaları yüreklerini, yeteneklerini ‘besmele-i şerifle nakşetti…” sözünü yarı da keserek, “Dadaş, bütün söylediklerine eyvallah. Ancak biz savaşçı bir milletiz, kültürden, sanattan, mimariden pek anlamayız. Biz savaştan, cengâverlikten anlarız. Bunun içindir ki, Erzurum Selçuklu’nun, Saltuklu’nun, İlhanlı’nın, Osmanlı’nın gözde karargâh şehirlerinden birisi olmuştur.” Uzun, zayıf adam nasırlı ellerinden Fırat, Dicle ve Murat nehirlerinin suyu çekilmiş de güneşte kurumuş balçığa benzer parmaklarıyla uzun saçlarını düzelterek, “Dadaş, beni iyi dinle. Başka bir yerde, mekânda ve zamanda bu söylediklerimi sana kimse söylemez. Deli, kaçık diyebilirsin. Lakin yine de söyleyeceklerimi yabana atma.” 

Dişimin ağrısını unuttum. Bu zayıf adam beni pehlivan gibi tartışma minderine çekiyordu. Çayımdan bir yudum içtim. Zayıf adamın yüzüne birkaç saniye kararsız bir ifade ile baktıktan sonra, “Dadaş, hele bir söyle bakalım neymiş şu söyleyeceğin sır. Doğrusu merak ettim.” dedikten sonra müstehzi ifade ile gülümsedim. 

Meslek hayatımda sayısız sırra ortak olmuştum. Şimdi diş çektirmek için sıra bekleyen bir meczubun sırrına ortak olmaya başlıyordum ki, “Dadaş, önce Dadaşlığın hakkını ver. Yiğit, mert, cesur, ahlaklı, dürüst ol. Çünkü bu toprakların ruhu, ahlakı dürüstlük, mertlik ve yiğitliktir. Bu taş, tuğla duvar ustasının sırrını kimse bilmiyor. Benim sırrım senin medeniyetinin ruhunda gizli.” 

Zayıf adamın kullandığı bu süslü cümle beni alt üst etti. Dikkatle zayıf adamın söyleyeceklerine kulak verdiğimde dişimin ağrısını tamamen unutmuştum. “Çifte Minareli Medrese’nin mimarı, ustası, çinisi, banisi, yapım tarihi hakkında sen dahil kimse gerçeği ve doğruyu bilmiyor. Bildiklerini zannedenler ise efsaneye kulak veriyor.” 

“Dadaş yanlışın var. Çifte Minareli Medrese Alaattin Keykubat’ın kızı Hüdavent Hatun adına yaptırılmış. Minareleri yapan usta ile çırak ise elim bir şekilde ölmüştür. Medrese’nin 

duvarlarında ise ejder, palmiye ağacı ve çift başlı kartal var. Anadolu’nun ilk üniversitesidir bu ata yadigârı devasa yapı.” 

Taş duvar ve tuğla ustası kavurucu güneş ve sert ayaz altında onca yıl çalışmış olduğu yüzünün kıvrımlarından saçılan sırrın gölgesinde kalarak, “Dadaş, Çifte Minareli Medrese’nin inşaatında bilfiil çalıştım. Ustam Farslı Muhammed Kasım’dı. Taş ve tuğla ustalığını, taşa şekil verip, yontmayı ondan öğrendim. Çifte Minareli Medrese’nin her bir taşı, köşesi sanat eseri, alın teri, göz nurudur. Taç kapısının motiflerini ben yaptım. Medrese’nin Camii Kebir’e yani Ulu Cami’ye bakan kısmının panosu çift başlı ejderin eşlik ettiği hayat ağacını ve üzerindeki hakimiyeti, saltanatı temsil eden çift başlı kartal motifini yine ben yaptım. Yaptığım büyük bir iş değil sadece sanat. Siz ise bu işçiliği görmek yerine taç kapının üzerindeki firuze çinili minarelere bakıyorsunuz. Firuze çiniler gerçekten çok güzel. Medrese’nin gövdesi tamamlanmış, minareler yapılırken, medresenin banisi Vezir Süleyman Paşa, İlhanlı’ya ihanet ettiği için Argun Han tarafından Tokat kalesinde idam edildi. İdamın ardından medresenin yapımı devam etmekte olan kuleleri yarıda kaldı. Ben dahil hiçbir usta da minareleri tamamlamayı göze alamadık. Argun Han tarafından medrese cezalandırıldı. İdamın ardından medresenin kitabesi yazılmadı. Böylesi devasa bir eserin vakfiyesi oluşturulmadı.” 

Zayıf adamın sırrı kafamı karıştırdı, “Dadaş nasıl yani. Ecdat medreseyi cezalandırdı mı? Bu dediğin çok saçma.” 

Zayıf adam, bardağımdaki çayın soğuduğunu ima ederek, “Çayın canı çıktı, senin de canın sıkıldı biliyorum. Ama gerçeği bilmek ile doğruyu bilmek aynı şey değil. Son bir şey daha söyleyeyim Dadaş, medresenin avlusunun güneyinde türbe boş. Siz gidip olmayan ölüye Fatiha okuyorsunuz da yapıyı yapana, yaptıranın ruhuna Fatiha okumuyorsunuz. Bu beni ve bu topraklara nakış gibi ecdat mührünü vuranları incitiyor. Bizim zamanımızda taşa ruh verilirdi, şimdiki zamanda taşa ruh vermek bir yana insanın ruhunu çalıyorlar. Medrese’nin firuze renkli çinilerini ellerimle nakşettim tuğlaya. Revaklarının altında müderrisler, öğrenciler gölgelensin diye temmuz güneşi altında az mı ter döktüm. Kalenin eski dış sur duvarlarından söktüğüm taşları medresenin yapımında kullandım. Anadolu’ya kılıçla değil, sanatla, hayratla, medeniyetle giriş yapmamız bizi bu toprakların gerçek sahibi yaptı. Dişinin ağrısını unut, çektirirsin geçer. Ama bizim size emanet ettiğimiz Çifte Minareli Medrese’yi, Camii Kebir’i, Yakutiye Medresesi’ni ve diğer ecdat yadigarını yaşatmanın gönül ağrısını yaşayın ki bu toprakları size vatan yapanlar mezarlarında rahat uyusun.” Bu zayıf ve tuhaf adamın son söylediklerini lafını bölmeden dinledim. Sözünü tamamladıktan sonra oturduğu koltuktan kalkarak, “Dadaş, dişimin ağrısı geçecek gibi değil.” diyerek, Cüneyt’in muayene yaptığı odaya girdi. 

Sıra benimdi. Randevuma belirlenen saatten beş dakika önce gelmiştim. Oturduğum koltuktan kalktım. Cüneyt’in muayene odasının kapısını tıklatıp içeri girdim. Koltukta 20 yaşlarındaki genç bir kızın diş dolgusunu yapmakta olan Cüneyt karşısında beni görünce, “Ağabey hoş geldin. Birkaç dakikaya seni alacağım” dedi. “Şaşırdım. Benden birkaç saniye önce muayene odasına giren zayıf adam içeride yoktu. Cüneyt’e hitaben, “Cüneyt’ciğim benden birkaç saniye önce içeri giren beyefendi nereye kayboldu. Sıra benimdi. Sıramı sakın kaydırma.” dememle birlikte, “Ağabey, yaklaşık yarım saattir hanımefendinin diş dolgusunu yapıyorum. Bu dakikaya kadar senden başka kimse içeri girmedi.” dedi. Durumu kurtarma adına “Tamam canım’ diyerek odadan çıktım. Yerel bir gazetenin bulmaca ekini çözmekte olan sekreter kıza, “Yanımda oturan beyefendi dışarı mı çıktı?” diye sordum. Sekreter, “Bekleme salonunda yalnızdınız. Size çay getirdiğimde de yalnızdınız. Cüneyt Bey’in dolgusunu yaptığı hanımefendi ve sizden başka kimse yoktur içeride. Tek başınıza havayolu şirketinin gezi dergisini okuyup çayınızı yudumluyordunuz.”  

                                                        SON