Doğa dediğimizde, çoğu zaman zihnimizde beliren şey yeşilin farklı tonları, kuş sesleri ve gökyüzüyle buluşan ağaçlardır. Ancak son yıllarda bu imgelerin yerini, siyaha kesmiş gövdeler ve kül bulutları aldı. Orman yangınları artık yalnızca ekolojik bir yıkım değil; toplumsal hafızamızı, bireysel psikolojimizi ve geleceğe olan güvenimizi de yakan bir felakete dönüştü. Çünkü doğa sadece yanmıyor; biz de onunla birlikte yanıyoruz.
Belleğin Yanması: Kolektif Hafızada Orman
Bir orman yangını yalnızca binlerce ağacın yok olması değildir. Aynı zamanda, bireylerin çocukluk anılarında, toplumun ortak ritüellerinde ve kuşaklar arası aktarımda kayıplar anlamına gelir. Sosyolog Maurice Halbwachs’ın “kolektif bellek” kavramıyla açıkladığı gibi, toplumlar kendilerini hafızalarıyla inşa eder. Piknik yaptığımız bir çamlık, ailemizle yürüdüğümüz bir patika ya da köy düğünlerinde gölgesine sığındığımız bir çınar, aslında kimliğimizin bir parçasıdır. O alanlar yok olduğunda, yalnızca doğa değil, toplumsal aidiyet duygusu da eksilir.
Psikoloji literatüründe buna benzer bir kavram daha vardır:“ekolojik yas.” Doğal alanların kaybı, insanda da tıpkı bir yakınını kaybetmiş gibi yas tepkileri doğurur. Ancak bu yas sessizdir; çoğu zaman fark edilmez, konuşulmaz. Oysa doğayı kaybettiğimizde, güvenlik algımız da kaybolur. Orman, yalnızca bir ekosistem değil; huzurun, aidiyetin ve sürekliliğin simgesidir.
Türkiye’de Son Bir Yılda Orman Yangınları: Çarpıcı Veriler
Türkiye’de orman yangınları artık mevsimsel bir doğa olayı olmaktan çıkmış, kronikleşmiş bir toplumsal sorun hâline gelmiştir. Tarım ve Orman Bakanlığı verilerine göre:
2024 yılı boyunca Türkiye’de 3.797 orman yangını çıktı. Bu, son 30 yılın rekoru oldu. Yaklaşık 27 bin hektar alan kül oldu.
2024’ün Haziran ayında yangın sayısı bir önceki yılın aynı ayına göre beş kat arttı; yanan alan miktarı yalnızca bir ayda 2.500 hektara yükseldi.
1 Ocak–19 Ağustos 2024 arasında yangın sayısı %78 artarak 2.529’a çıktı; yanan orman alanı ise 17.456 hektara ulaştı.
2025’in yaz aylarında İzmir, Muğla, Antalya ve Mersin başta olmak üzere, Ege ve Akdeniz’de onlarca büyük yangın yaşandı. İzmir Seferihisar ve Menderes’te çıkan yangınlarda 50 bin kişi tahliye edildi, Adnan Menderes Havalimanı duman nedeniyle geçici süre kapandı.
Bu veriler, yangınların yalnızca ekolojik bir sorun değil, aynı zamanda toplumsal yaşamı doğrudan kesintiye uğratan bir travma olduğunu gösteriyor. İnsanların evlerinden tahliye edilmesi, köylerin boşaltılması, çocukların eğitimine ara verilmesi. Bunların her biri yangınların sosyal boyutunun ne kadar derin olduğunu ortaya koyuyor.
Çocukların doğayla kurdukları ilişki, deneyimle gelişir. Bir çocuk ormanda oynarken, toprağa dokunurken, kuş seslerini dinlerken çevreyle bağ kurar. Ancak orman yangınları, bu bağın en güçlü olduğu alanı yok eder. Yanmış bir ormanın siyah görüntüsü, çocukların zihninde doğayı bir huzur alanı değil, kırılgan ve tehditkâr bir imge olarak yerleştirir. Bu da ekolojik duyarlılığın gelecek kuşaklara aktarılmasını zayıflatır.
Sosyolog Ulrich Beck’in “risk toplumu” kavramı tam da burada anlam kazanıyor. Modern toplumlar, insan eliyle yaratılmış risklerle yaşamayı öğrenmek zorunda. Orman yangınlarının çoğunun nedeni ihmal, kaza veya kasıtlı çıkarma. Yani doğanın yok oluşu, aslında kendi elimizle yarattığımız bir risk.
Yangınların bir başka boyutu da kırsal göçle ilgilidir. Orman köylerinde geçimini arıcılıktan, odun işçiliğinden veya küçük ölçekli tarımdan sağlayan insanlar için orman, sadece doğa değil, aynı zamanda geçim kaynağıdır. Bir yangından sonra köyün ekonomik dokusu çöker, insanlar göç etmek zorunda kalır. Bu da kırsalın daha da boşalmasına, şehirlerin kalabalıklaşmasına yol açar. Yangın sonrası göç, ekolojik krizi sosyoekonomik bir krize dönüştürür.
Yanan bölgeler yalnızca ağaçlandırma alanı olarak değil, toplumsal hafıza mekânları olarak da düzenlenmeli. İnsanlar oraya yalnızca fidan dikmek için değil, hatırlamak ve yas tutmak için de gitmeli.
Okullarda doğa hafızasını güçlendirecek, çocuklara ekolojik yas bilinci kazandıracak dersler konulmalı.
Köylüler ve yerel halk, yalnızca “yangın sonrası işçi” olarak değil, ormanların korunmasının aktif aktörleri olarak sürece dahil edilmeli.
Yangınlardan etkilenen bölgelerde yalnızca barınma ve maddi destek değil, psikolojik destek de sağlanmalı. Ekolojik yasın toplumca tanınması bu noktada hayati.
Doğa sadece yanmaz. Ağaçların yanında toplumsal hafızamız, bireysel güvenlik duygumuz ve geleceğe dair umutlarımız da kül olur. Orman yangınlarıyla mücadeleyi yalnızca teknik bir meseleye indirgersek, kaybın asıl boyutunu göremeyiz. Gerçek mücadele, doğayla kurduğumuz bağın yeniden inşasında yatıyor. Aksi halde, söndürdüğümüz her yangının ardından, içimizdeki sessiz yangın büyümeye devam edecek.
