Abdurrahman ZEYNAL


DOYMAK VEYA BESLENMEK

DOYMAK VEYA BESLENMEK


1969 yılında ortaokula giderken Türkçe kitabımızda bir parça vardı. Nurullah Ataç'a ait “Bakmak ve Görmek” idi. O yaşta pek bir şey anlamamıştık yaş ilerledikçe, sosyal ve kültürel bilgimiz arttıkça konuyu anlamaya başladık. Günümüz Türkiye’sini anlamak için  “Doymak ve Beslenmek” konusunu anlamak gerekir.
Arkadaş sohbetlerine, dost meclislerinde ülke meseleleri ile ilgili konuşma yapıldığında konuşmacılar kardeşim daha ne istiyorsunuz binalar yapılıyor, otomobiller çoğalıyor birde lokantalarda yer yok. Demek ki işler yolunda söylemleri işi bitiriyor. Hâlbuki atasözümüzde ifade ettiğimiz gibi “içi beni, dışı eli yakıyor gerçeğiyle karşılaşıyoruz.
Türkiye 1970’lerde nüfusu 36 milyon civarında idi. Bu nüfusun yüzde 80’i köylerde yaşıyordu. Ülke fabrikalaşma yolunda idi. O yıllarda ki sinema filmlerinin konusu patron-işçi-sendika arasında geçiyordu. Elektrik, yol, su ve köy hizmetleri kurulan genel müdürlükler tarafından modernize edilmeye çalışılıyordu. Öğrenci olayları, boykotlar, işçi grevleri cabasıydı.
Türkiye 24 Ocak kararlarına kadar kapalı bir ekonomi, kendi kendine yeten dünyadaki yüzden fazla ülke içinde yedinci sırada idi. Kendi aşısını kendi üretiyor, Sümerbank kumaşları ülkeyi bir uçtan bir uca giydiriyordu. Özellikle 1950 sonrasında demiryolu inşaatı terk edilmesine karşılık karayolu yapmaya özen gösteriliyordu. Yollarda artık dönemin otobüsleri rahatça yolcu taşıyor, insanlar Reno, Tofaş, Anadol ve diğer otomobilleri almak için sıraya giriyorlardı. İnsanların bankalara borcu çok az olmasına karşılık insanlar görülürüm endişesiyle banka önünden bile geçmiyordu.
Yıllar ilerledi vahşi kapitalizm ülkeye egemen olmaya başladı. Seksenlerde insanlar faiz bulaşır veya görürler diye korktuğu bankalardan ev, araba almak amacıyla kredi alıyor, kooperatifleşme alabildiğince artıyordu. Memur, İşçi, esnaf 1985-2005 yılları arasında ciddi anlamda kooperatif evlerine kavuşuyor, şehirlerin etrafında uydu kentler kuruluyordu.
Ülke nüfusu artıyor 2000’lerde 70 milyonlara dayanıyordu. Bu tarihlerde memur ve işçi maaşlarını bankadan almaya başlıyor, insanlar banka kartlarıyla tanışıyorlardı. 
Ülke hızla betonlaşırken köylerde boşalmayı sürdürüyordu. Öyleki şehirde tuvalet işçisi olmak köyde ağa olmaktan iyi idi. İnsanlar kızlarını şehirdeki işi gücü belli olmayan insanlara vermeye can atarken köyde ağa çocuğunu evlendiremiyordu.
Teknolojinin gelişmesi, internetin yaygınlaştırması, ihtiyaçtan fazla üniversite açılması ülkede üniversite mezunu diplomalı işsizler ordusunu artırdıkça artırdı. Eski Türkiye’de kızlar ev kızı unvanına sahipken 2010’lardan sonra evde kalmış erkekler alabildiğine çoğaldı. 2008 yılı sonrasında emekli maaşları, asgari ücretleri azaldıkça azalırken, işsizlik artmaya, köyler boşalmaya devam etti.
Tüm bunlar yaşanırken banka kredileriyle ev alanlar, otomobil alanlar çoğaldıkça çoğaldı. Lokantalar dolup taşmaya, evlere yemek taşıyan servisler çoğaldıkça çoğaldı. Tam burada insanlar bir taraftan ekonomik sıkıntılarını anlatmaya başlarken bir taraftan sosyal içerikli söz gelimi AVM’ler doldukça doldu. Alış veriş yapanlar arttıkça arttı. Bu durumda insanlar şu soruyu sormaya başladı. Paramız yok diye ağlıyorsunuz ama işte sokaklar, lokantalar, iş yerleri insanlarla dolup taşıyor ve bir fincan kahveye 150-200 lira veriyor. Demek ki var diye söyleniyordu. 
Tüm bu değişmeleri izah etmek bilimsel verilere bağlıdır. Eğer devlet dese ki bir ay hiç kimse kredi kartı ile alış veriş yapmayacak. Alış veriş yapacaksanız peşin parayla yapacaksınız dese ne olur? Sokaktaki insanlara sorduğum zaman aldığım cevap: Yanarız. Hiç öyle olurmu demekten öteye geçmiyor. Çünkü vatandaş boğazına kadar kart borcuna ulaşmış durumda… 
Bir başka taraftan insanların kredi kartı borcu artmakta BDDK verilerine göre Türkiye’de kişi başı borç yüz bin lirayı aşmış durumda. Bu sekiz buçuk trilyon lira demektir. Demek ki şu an Türk insanın yaşadığı hayat gerçek değil sanaldır. İnsanımız borçludur. O lüks otomobillere binen, lüks villalarda oturan, lüks lokantalarda yemek yiyenler nüfusun yüzde onu, bilemedin yüzde yirmisidir. Yani seksen beş milyondan 20 milyonu çıkarırsanız geriye altmış beş milyon insan kalır. TUİK’in açıkladığı açlık sınırı, yoksulluk rakamları bunu açıkça göstermektedir.
İnsanımız bakmayın şatafatlı görünmesine beslenemiyor. İnsanımız sadece karnını doyuruyor. Hatta doyuramıyor. Doymak ile beslenmek farklıdır. Doymak ekmek, peynir, simit çay, patates, bulgur pilavı yemekten ibarettir. Beslenmek ise insan vücudunun ihtiyacı olan et, süt, yağ, peynir, kuru gıdalar, yaş meyveler, sebzeler, fındık, ceviz, hurma, elma, portakal, mandalina yemekle olur.
Netice itibarıyla bakmayın şatafatımıza… Biz beslenmiyoruz, karnımızı doyuruyoruz. Ancak yine de itibarımızdan vaz geçmiyoruz. Atasözümüzün gereğini hayatımıza yansıtıyoruz. Atalar ne demiş; “Evinde bulunmaz ayran aşı kendi dolanır bölükbaşı”  sanırım bu söz Türkiye gerçeğini en iyi ifade eden cümledir.