Ömer KOZ


İki Dost

İki Dost


Geçmiş zamanlarda bir şehirli ile bir köylü ahbap olmuştu. Köylü şehre geldiğinde, şehirli tanışının evine giderek yerleşir, iki üç ay kalır, dükkânından ve sofrasından ayrılmazdı. Köyüne dönerken, bütün ihtiyaçlarını karşılıksız olarak şehirli dostu karşılardı. Köylü, her şehre gelişinde, şehirli dostunu köye davet eder ve,

 

“Sevgili efendim! Sen hiç gezmeye çıkmaz mısın? Köyümüze gelip, ne zaman misafirimiz olacaksın? Allah aşkına, bütün çocuklarını da getir. Mevsim bahar, her tarafta güller açmıştır. Çayır çimen de yeşillenmiştir. Yeni açılmış çiçeklerle, gözlerini dinlendir. İstersen yazın meyve zamanı gel. Her çeşit meyveyi ve sebzeyi taze taze ikram edeyim. Sana hizmet edeyim. Beni mutlu etmiş olursun” derdi.

 

Şehirli köylünün bu ısrarlı davetinden kurtulmak için, her seferinde “geleceğim” diyerek başından savardı. Bugün, yarın derken, aradan sekiz yıl geçti.

 

Köylü her yıl gelir, aynı ikramlarla ağırlanır, giderken de,

 

“Efendim, ne zaman geleceksiniz? Yine kış geldi çattı” diyerek davetini tekrar ederdi.

 

Şehirli dostu her seferinde bir bahane bularak,

 

“Bu yıl, filan yerden misafirlerim geldi. Gelecek yıl önemli işlerimden yakamı kurtarabilirsem, köyünüze gelmek istiyorum” derdi. Bunu duyan köylü, üzülür, âdeta yalvararak,

 

“Ey kerem sahibi dostum! Çoluk çocuğum sizi hasretle bekliyor. Ziyaretinizi daha fazla ertelemeyin” diyerek, beklentisini tekrar ederdi.

 

Köylü, her yıl leylek gibi gelip şehirli dostunun damına konmaya devam etti. Ev sahibi de, her sene parasından ve malından cömertçe harcayarak, sabah akşam sofralar kurup, yedirip içirdi. Misafirine kol kanat gerdi.

 

Köylü, son ziyaretinde üç ay kaldı. Gördüğü misafirperverlikten utanarak,

 

“Ne zaman sözünde durup hanemizi şereflendireceksin? Beni aldatıyorsun” dedi. Şehirli,

 

“Canım, ben de sana gelmek istiyorum. Elimden bir şey gelmiyor. İlâhî takdir neyse, o oluyor. İnsan yelkenli gemiye benzer. Rüzgârı veren Allah’ın, gemiyi ne tarafa sürükleyeceği belli olmuyor” dedi. Köylü şehirlinin elini tutarak, “Allah için olsun” diyerek, üç kere yemin ettikten sonra,

 

“Ey kerem sahibi dostum! Çocuklarını al, gel de ikramımı gör” dedi.

 

Her sene, köylünün bu ısrarlarına şahit olan hanımı ve çocukları,

 

“Baba! Ay, bulut gölge de yolculuk yapar. Köylü dostumuza bu kadar hakkın geçti. Onun için birçok zahmete katlandın. Masrafa girdin. Sıkıntı çektin. O da bizi misafir ederek, hakkını ödemek istiyor. Bize de, Babanızı kandırın da köye getirin’ diye, gizlice ricada bulundu” dediler.

 

Şehirli, çocuklarına,

 

“Söyledikleriniz doğru. Fakat, iyilik ettiğin kimsenin şerrinden sakın’ diye bir atasözü var. Ben dostluğumuzun bozulmasından korkarım. Dostluk, son nefesin tohumudur. Ahiret günü içindir. Allah rızası içindir” dedi. Çocuklar,

 

“Baba! Bizim de gezip oynamaya ihtiyacımız var. Haydi bizi kırma” dediler.

 

Bunun üzerine şehirli köye gitmeye karar verdi. Hazırlıklar tamamlandı. Götürülmesi gereken eşyalar arabaya yüklenip yola çıkıldı. Çocuklar sevinerek arabanın önünde koşuyor, köyde meyveler yiyeceğiz diye seviniyorlardı.

 

Gidecekleri köyün yolunu bilmediklerinden, bir ay boyunca köyden köye dolaşıp durdular. Gündüz güneşten yüzleri yandı, gece ise ay ile yol bulmayı öğrendiler. Karada yaşayan kuşun, suda eziyet çektiği gibi sıkıntı çektiler. Sonunda kendileri aç ve yorgun, hayvanları yemsiz ve otsuz, davet edildikleri köye ulaştılar. Köylü dostları, binbir ikramla onlara çektiklerini unutturacak, hizmetlerinde kusur göstermeyecekti.

 

Dostlarının evini sorup buldular. Kapısını çaldılar. Fakat kapıyı açan olmadı. Şehirli bu kabalıktan çok üzüldü. Onca yol gelmişlerdi. Açlıktan ve yorgunluktan kıpırdayacak halleri kalmamıştı. Gecenin ayazında, gündüzün güneşinde, beş gece kapının önünde kaldılar.

 

Şehirli evine girip çıkan köylüye selâm verdi, davet edip durduğu şehirli dostu olduğunu hatırlattı. Köylü,

 

“Olabilir. Belki doğru söylüyorsun! Sen nasıl bir adamsın? İyi misin? Kötü müsün? Eve almam doğru mudur? Bilemiyorum” diyerek umursamaz davrandı. Şehirli,

 

“Yıllardır, aylarca gelip evimde kaldın. Kaç kere soframda tıka basa karnını doyurdun. Her sene, bütün ihtiyaçlarını temin ettim. Sayısız iyiliğim oldu. Bana, nasıl böyle davranırsın? İnsan biraz utanır” dedi. Köylü,

 

“Ben seni tanımam, ne adını bilirim ne de yerini. Hem ben, dün ne yediğimi hatırlamayacak kadar, gönlüm hayret makamında. Kalbimde Allah’tan başka bir şey yok” dedi.

 

Beşinci gece bardaktan boşanırcasına yağmur başladı. Yağmurun tesiriyle şehirli, “Ev sahibini çağırın” diye köylünün kapısını yumruklamaya başladı. Yüzlerce ısrardan sonra kapıyı açan köylü,

 

“Ne var? Ne istiyorsun?” diye sordu. Şehirli,

 

“Bak, bugüne kadar sana yaptığım iyilikler helâl olsun. Kanımı döksen bile helâl olsun. Yeter ki şu yağmurda başımızı sokacak bir yer göster. Allah için sevap kazan” dedi. Köylü,

 

“Şurada, içinde bahçıvanın kurt beklediği bir kulübem var. Bahçıvanın görevini sen üstlenirsen, çocuklarınla orada kalabilirsin. Yoksa dilediğin yere git” dedi.

 

Çaresiz kalan şehirli, bu teklifi kabul etti. Ailesiyle o daracık kulübeye sığındı. Gecenin karanlığında, yağan yağmurdan perişan olmuşlardı. Bütün gece hepsi,

 

“Allah’ım, bu bize lâyık. Bu durumu biz hak ettik. Alçaklarla dost olanlara, insanlıktan uzak olanlara, iyilik yapanın sonu böyle olur” diye birbirlerine dert yandılar.

 

Şehirli eline ok ve yayı alıp kurt beklemeye başladı. Eğer kurt gelir de bir zarar verirse, köylünün, sakalını yolacağından korkuyordu. Gözlerini dört açıp etrafı kolluyordu.

 

Gece yarısı, karanlığın içinde bir kıpırtı duydu. Kurda benzeyen bir karaltı gördü. Yayını gerip okunu fırlatarak karaltıya attı. Hayvan vurulup yere düşerken yellendi.

 

Yellenme sesini duyan köylü, yatağından fırlayıp geldi.

 

“İşe yaramaz adam! Eşeğimin sıpasını vurdun” dedi. Şehirli;

 

“Hayır, o dev gibi bir kurt” dedi. Köylü,

 

“Ben sıpamı, kokusundan tanırım. Bu bilginin doğruluğu, suyu şaraptan ayırt etmem kadar kesindir” dedi. Şehirli,

 

“Gecenin karanlığı ve yağmur seni aldatmasın” dedi.

 

“Yok kardeşim. Ben, sıpamın kokusunu yirmi koku arasından seçerim” deyince, şehirlinin kan beynine sıçradı. Fırlayıp köylünün yakasını yakaladı.

 

“Ey sahtekâr ahmak! Bu karanlıkta sıpanın kokusunu tanıyorsun da on yıllık dostun olan, beni nasıl tanımazsın? Sersem herif.”