Orhan Yıldırım


İki yüz lira

‘Yorganın altında nasıl ağladığımı anlatamam’ diye başladı söze. Karşısındaki söylenenleri anlamıyordu, anlamak istemiyordu.


‘Yorganın altında nasıl ağladığımı anlatamam’ diye başladı söze. Karşısındaki söylenenleri anlamıyordu, anlamak istemiyordu. Para istiyordu. Paraya ihtiyacı vardı. Babasının ağlaması, yalvarması kâr etmiyordu. Oğlunu harçlıksız bırakmamıştı. Sigara parasını eksik etmemişti. Ama şimdi durum başkaydı. On dokuz yaşındaki oğlu, son zamanlarda fazla para harcıyordu. Liseyi bitirdikten sonra okumamıştı. Üniversite sınavını kazanamamıştı. Ablası çağrı merkezinde çalışıyor, erkek kardeşi liseyi okuyordu. Annesi beş yıldır yatalak olan babasına baktığı için ailesini ihmal etmişti.

Özgüven eksikliği yaşayan Mümtaz, okulu güçlükle bitirebilmişti. Devamsızlıktan az kalsın okuldan atılıyordu. İri gözleri, kocaman kafası, eğri burnu ve kaşının üstüne yaptırdığı gitar dövmesiyle dikkat çekiyordu.

Memur emeklisi olan Ahmet Mithat Bey, oğlunu çok seviyordu. Her baba gibi oğlu ve diğer çocukları için geleceğe dair güzel, mutlu hayalleri vardı. Kızı ve küçük oğlu sorumluluklarının bilincindeydi. Merhum babasının adını koyduğu Mümtaz farklıydı. İçe kapanıktı. Odasına kapanır saatlerce dışarı çıkmazdı. İlkokul ve ortaokulda normal öğrenciydi. Ne olduysa lise yıllarında oldu. Okuldan, ailesinden soğudu.

‘Oğlum derdin nedir? Ben senin babanım kurban olduğum bir sıkıntın, derdin varsa söyle yardımcı olayım. Geceleri uyuyamıyorum. Sen dışarıdayken yatakta, yorganın içinde sessizce ağlıyorum.’

Mümtaz öfkeli ses tonuyla, ‘Ağlama. Beni düşünme. Beni seviyorsan para verirsin. Nasihat istemiyorum, para istiyorum para. Neden beni anlamıyorsun.’

Ekonomik durumlarının çok iyi olmadığını oğluna anlatmaya çalışan Ahmet Mithat Bey, ‘Oğlum zengin değiliz. Şükürler olsun fakir de değiliz. Kendi halimizde, yağımızda kavrulup gidiyoruz. Eda ablanın desteği olmasa zor geçiniriz. Askerlik çağına geldin. Bir baltaya sap olamadın. Okumadın da. Söyle n’olacak bu halin. Her gün yüz, iki yüz lira ile bu iş nereye kadar böyle gidecek. Taşı sıksan suyunu çıkarırsın. Git çalış, askere kadar harçlığını çıkar. ’

Mümtaz, gergin bir halde konuşma bozukluğuyla, ‘Fakir değiliz. Evimiz, arabamız var. Bu evde ben hariç herkesin keyfi yerinde. Ben de keyifle yaşamak istiyorum. Senden çok şey istemiyorum. İki yüz lira. İki yüz lira versen ölür müsün?’

Oğlunun, ‘İki yüz lira versen ölür müsün?’ sözü Ahmet Mithat Bey’i beyninden vurulmuşa çevirdi. Sustu. Bakışlarını oğlunun gözlerine çevirdi. Oğlunun, aslanının gözlerinin canlılığını kaybettiğini ilk kez fark etti. Karşısında bir ölünün gözlerini görmenin kederini yaşadı.

 Oğlunu kaybettiğini anladı. Oğlu geceleri eve geç geliyordu. Sarhoş gelip odasına geçiyordu. Çoğu zaman evin kapısını küçük oğlu ya da kızı açıyordu. Oğluna kapıyı açmıyordu. Yüreği el vermiyordu. Eve gelmediği zamanlarda ise uyuyamıyordu. Yatağın içinde kıvranıyor, balkona çıkıp sigara yakıyordu. Aklı oğlundaydı. Oğlunun başına kötü şeylerin gelmesinden korkuyordu. Serserilerle arkadaşlık yapan Mümtaz’ı uyarmaları sonuç vermemişti. Mümtaz’ın alkol, hap alıp bir köşede ölmesinden, başkalarına kötülük yapmasından korkuyordu Ahmet Mithat Bey. Sülalesinde alkol kullanan vardı. Gençliğinde kendisi de içmişti. Ancak, Mümtaz başkaydı. Sigarayla birlikte, alkol ve uyuşturucu kullanıyordu. Bu illetten oğlunu kurtarmak istemiş ancak başarılı olamamıştı. Mümtaz, bağımlı olmadığını keyif almak için hap kullandığını öne sürüp, tedaviyi reddediyordu. Ahmet Mithat Bey, birkaç kez oğlunu evlatlıktan reddetmeyi düşündü. ‘El alem ne der?’ düşüncesiyle kararından vazgeçti.

Oğlunun arkadaş kurbanı olduğunu biliyordu Ahmet Mithat Bey. Oğlunu kurtarmak için mahalleden taşınmayı hatta başka bir şehre göç etmeyi planlamıştı. Ancak, teknoloji çağında uzaklık kavramının ortadan kalktığının bilincinde olarak kararından vazgeçmişti.

Eda işte, kardeşi okulda, annesi ise dedesigildeydi. Mümtaz mutfağa gitti. Birkaç saniye sonra oturma odasına babasının yanına döndü. Hırçın ses tonuyla, ‘Baba, işimdi bana iki yüz lira veriyor musun, vermiyor musun?’

Ahmet Mithat Bey, oturduğu kanepeden kalkarak, ‘Vermiyorum. Aldığım maaş ortada. Git aklına başına devşir. İş bul, çalış. Yaşıtların ev geçindiriyor. İş bul, yakamdan düş. Benden bu kadar. Sigara paranı veriyorum eyvallah. Ama göz göre göre kendini mahvetmene, uyuşturucu almana para veremem. Bu batağın sonu rezil bir ölümdür.’ dedi.

Mümtaz, ‘Baba, itin, köpeğin olayım. Senden çok değil iki yüz lira istiyorum. Hapa zam geldi. Hapsız yapamam, yaşayamam. N’olur bir kerecik oğlunu üzme. Yoksa gider hırsızlık yapar, adam öldürürüm.’

Ahmet Mithat Bey, Mümtaz’ın üç ay önce Eda’nın cüzdanından hap almak için para çaldığını biliyordu. Bütün aile biliyordu ama ses çıkarmamışlardı. Kol kırılıp, yen icinde kalmıştı.

Ahmet Mithat Bey oğlunun düştüğü sefil durum karşısında ağlayarak, ‘Tamam. Seni bu illetten kurtaracağım. Baban olarak zor da olsa, bedeli ağır olsa da bu rezil, aşağılık illetten seni kurtaracağım.’

Mümtaz, ‘Beni kurtarmanı istemiyorum. Bak emekli maaşınla güç bela geçiniyorsun. Kendini kurtar. Beni kurtarmanı değil, para vermeni istiyorum. Tabancanı sat. Evet, evet hiçbir işe yaramayan tabancanı benim için sat. Söz senden bir daha para istemeyeceğim.’

Ahmet Mithat Bey, kamuda çalışırken tabancayı almıştı. Taşıma ve bulundurma ruhsatlı tabancasıyla konserve kutularına, boş gazoz şişelerine atış yapmayı severdi. Ayrı bir hava kattığı düşüncesiyle gold marka tabancasını üzerinde taşımaktan keyif alıyordu.

Mümtaz’ın, ‘Tabancanı sat.’ sözüyle irkildi. Silah namustu. Satılmazdı.

Ahmet Mithat Bey, ‘Silahımı satıp sana hap parası yapayım öyle mi Küçükbey.’

Mümtaz, ‘Evet öyle’ karşılığını verdi.

‘Satmazsam ne yaparsın?’

Mümtaz, biraz önce mutfaktan alıp gömleğinin altına sakladığı ekmek bıçağını çıkarıp babasına doğru tehditkâr olarak sallayarak, ‘Tabancanı satmazsan seni öldürürüm. Bu dakikadan sonra babammış, dedemmiş, kardeşimmiş anlamam. Ya hap paramı verirsin ya olacaklara karışmam.’

Ahmet Mithat Bey, ‘Tamam oğlum sakin ol. İstediğini vereceğim.’ Biraz önce kalktığı kanepeyi göstererek, ‘Geç şöyle otur. Paranı getireyim. Sen de o bıçağı mutfağa bırak. Bir bardak su iç rahatla.’ diyerek yatak odasına geçti.

 Kendisinden ve eşimden başka kimsenin yerini bilmediği kadife keseye sardığı tabancasını sakladığı yatak başının iç döşemesinden çıkardı. Tabancasını kutsal bir nesneyi tutar gibi avucunun içine aldı. Dudaklarına götürüp, alnına değdirdi. Bu küçük törenin ardından, ‘Bu rezil işi nihayete erdirmenin zamanı geldi. Ben yapmazsam bugün ya da yarın başkası bunu yapacak.’ diye düşünürken tabancasının şarjörünü taktı. Kurşunu namluya sürdü. Oturma odasına geçti.

 Mümtaz, elinde bıçakla oturma odasında babasının geldiğini görünce yüksek tonda kahkaha atıp, ‘İşte böyle. Bu kadar saat beni neden yordun? Tabancan ayrılacaksın diye üzülme. İnan ki bunu bizim torbacılara iyi paraya satacağım.’

‘Torbacılara mı?’

‘Evet torbacılara satacağım. Bu namussuzlarda çok iyi para var.’

 ‘Benim tabancamı torbacılara satacaksın. Karşılığında o lanet olası haplardan alacaksın öyle mi Mümtaz Bey.’

‘Aynen öyle’ karşılığını verdi.

Mümtaz, ‘Haydi lafı uzatma tabancayı ver gideyim. İyi değilim. Baba-oğul muhabbeti sıktı artık. Anla beni hapa ihtiyacım var.’

Ahmet Mithat Bey, son kez oğlunun gözlerinin içine baktı. Bu gözler oğlunun olamazdı. Ölüyü andıran gözlerin içine bakarken, Mümtaz’ın kafasına namluyu doğrultup tetiğe bastı.

                                                  

                                                 SON