“Coğrafya kaderdir” demişlerdi. Biz de inandık. Çünkü kim haritayı çizerse, kaderi de o yazıyor aslında.”
Bazı cümleler vardır, o kadar çok tekrar edilir ki, sonunda düşünmeden inanırız.
“Coğrafya kaderdir” de onlardan biri. İlk duyduğumuzda sanki Newton yasasıymış gibi gelir; tartışılmaz, değişmez, evrensel bir hakikat.
Oysa biraz kazıyınca fark ediyoruz: Kaderi belirleyen sadece dağlar, denizler, iklim değil.
Birileri masanın başına oturmuş, haritaları çizmiş, sınırları cetvelle bölmüş… ve sonra bize dönüp “işte kaderiniz bu” demiş.
Kader, aslında bir kalemin ucundan damlayan mürekkeple başlıyor.
Bir çizgi Akdeniz’i bölerken, bir hayatın yönünü değiştiriyor.
Bir sınır, toprağı değil, insanın hayalini ikiye ayırıyor.
Bir ülkenin haritası değiştikçe, çocukların masalında bile başka bir güneş doğuyor.
Ama asıl mesele şu: Biz haritaya baktıkça, harita da bize bakıyor.
Toprağı kader diye ezberledik, o yüzden toprağa değil, toprağın sahibine inandık.
Dağların arasına sıkışan köylerde “bizde hayat böyle” cümlesi kader diye dolaşır durur.
Oysa o köydeki sessizlik, coğrafyadan değil; yıllardır konuşmaya fırsat bulamayan insanların suskunluğundan gelir.
Deniz kenarında doğan çocuğa “şanslı” deriz, dağ başında doğana “yazık”.
Sanki hayat, doğduğu koordinata göre adalet dağıtıyor.
Ama işin aslı, rüzgârın estiği yönden çok, insanın nereye yürüdüğüyle alakalı.
Kimi rüzgârı arkasına alır, yürür gider; kimi rüzgârı bahane eder, yerinde kalır.
Sonra hep birlikte dönüp bakarız ve “ne yapalım, kader…” deriz.
Kader dediklerimizin çoğu aslında coğrafya değil, konfor alanıdır.
Belki de bizim en büyük hatamız, haritayı gerçek sanmamız.
Oysa o sadece bir çizim; gerçeğin küçültülmüş, sadeleştirilmiş, hatta bazen sansürlenmiş hâli.
Ne tesadüf ki, bizim tarihimiz de öyle.
Bir milletin coğrafyası sadece dağlarından, denizlerinden ibaret değildir;
hafızasından, alışkanlıklarından, korkularından da oluşur.
Anadolu’nun haritasına bakarken aslında kendi karakterimize bakarız:
Biraz sert, biraz misafirperver, biraz yorgun ama hâlâ dirençli.
Toprağımız verimli ama bazen kalbimiz kurak.
Dağlarımız yüksek ama hayallerimiz bazen alçakta.
Ve her depremde, her yangında, her selde aynı şeyi söyleriz: “Coğrafya kaderdir.”
Oysa belki de artık sormamız gereken şu:
Bu kaderi kim yazdı, kim onayladı, kim hiç okumadan imzaladı?
Sınırlar değişir, şehirler büyür, yollar uzar.
Ama biz hâlâ “bizim oralarda” diye başlayan cümlelerle yaşarız.
O cümlede hem gurur vardır hem teslimiyet.
Köklerimize sahip çıkmakla, onlara zincirlenmek arasındaki farkı çoğu zaman karıştırırız.
Bazen kader dediğimiz şey, sadece alışkanlıkla süslenmiş bir kabullenmedir.
Ve biz onu “coğrafya” sanırız, çünkü bu daha masum görünür.
Evet, coğrafya kaderdir.
Ama kalem hâlâ elimizdeyse, kaderi yeniden yazmak da mümkündür.
Çünkü hiçbir dağ sonsuza kadar engel değildir;
ama inançsızlık, umutsuzluk ve suskunluk sonsuza kadar sürer.
Kaderimizi haritayla çizmiş olabilirler,
ama haritayı katlayıp cebimize koymak da bizim elimizde.
Ve bazen bir adım, bir sınırı değil; bir hayatı değiştirir.
“Belki de kader çizilmez, sadece biz yanlış haritaya bakıyoruzdur.”
