Şehirler aslında çok konuşkan varlıklardır, ama nedense kimse onları dinlemez. Kulaklarımızı resmi anonslara, açılış törenlerindeki nutuklara, belediye bültenlerine tıkayıp “şehir sessizdir” diye düşünürüz. Oysa şehir, en çok da kimsenin fark etmediği köşelerde konuşur: bir duvar yazısında, köhne bir pasajda yankılanan gitar tınısında ya da sabaha karşı apar topar sıkılmış bir grafitide.
Henri Lefebvre çıkıp bugün İstanbul’un ara sokaklarında dolaşsaydı, eminim şöyle derdi: “Ben size dememiş miydim? Mekân toplumsal ilişkilerle üretilir!” Çünkü gerçekten de bir duvar yazısı, sadece sprey boyayla yapılmış bir eylem değildir; arkasında bir öfke, bir kahkaha, bir isyan ya da en basitinden bir aşk vardır. Yani mekânın içinde, kelimenin tam anlamıyla nabız atar.
Michel de Certeau’ya kulak verelim: O da gündelik hayatın küçük taktiklerinden bahseder. Hani devlet yolları çizer, belediye tabelaları diker, koca koca stratejiler kurar ya.Biz sıradan ölümlüler de gider, o tabelanın altına koca puntolarla “Bu da mı gol değil?” yazarız. İşte o küçük taktik, aslında bütün stratejiyi yerle bir edebilir. Şehir, tam da böyle kendi kendine konuşur.
Sokak müzisyenleri ise bu konuşmanın melodik kısmıdır. Resmî senfoni orkestraları protokol için çalar, bilet fiyatları dudak uçuklatır, ama sokak müzisyeni kimseyi dışarıda bırakmaz. Paris metrosunda kulağınıza çarpan bir akordeon melodisi, ya da Kadıköy rıhtımında yankılanan bir keman sesi. Bunlar sadece müzik değil, şehrin kendi kendine kurduğu özgür konserlerdir. Zabıtaların gelip “hadi toparlayın” demesi bile bu konserin dramatik finali olur.
Grafitiler ve duvar yazıları ise şehrin fısıltılarıdır. Bazen çok sert, bazen inanılmaz komik. Hatırlarsınız, Gezi Parkı sürecinde duvarlar adeta birer edebiyat dergisine dönüşmüştü: politik analiz, kara mizah, şiir, slogan. Hepsi bir aradaydı. Akademisyenler hâlâ bu yazıları çözümlemekle meşgul; ama sokağın dili zaten halkın belleğine kazınmış durumda.
Ve bütün bunlar bize şunu gösterir: Şehir sadece binalardan, AVM’lerden, gökdelenlerden ibaret değil. Asıl şehir, duvarda yazan o cümlede, sokakta çalınan o melodide yaşıyor. Yani şehir, kendi kendine konuşuyor. Sorun şu ki, biz çoğu zaman kulak vermiyoruz.
Ben kendi adıma itiraf edeyim: Bir şehrin müzelerini gezmekten çok, sokaklarında kaybolmayı severim. Çünkü bir grafitinin önünde durduğunuzda, bazen bütün bir sosyoloji kitabının özetini okursunuz. Ya da bir sokak müzisyenini dinlerken, şehrin resmi korolarında asla duyulmayacak kadar samimi bir tınıya şahit olursunuz.
Şehirler, kendi kendine konuşmaya devam edecek. İster silinsin, ister susturulsun, bir yolunu bulacak. Çünkü şehir, susmayı bilmeyen en büyük canlıdır.
