Ömer KOZ


KENDİNİ ARAYAN RUHLAR

KENDİNİ ARAYAN RUHLAR


Soğuk demir raylarının üzerinden geçen bir trenin karları eze eze sağa sola dağıttığı gibi tükeniyordu sevgi. 

İnsanlık kendine yeni bir ruh ve kimlik ararken her gün bu arayışın içinde yeni bir yokluk beliriyordu. 

Çaresizlik, ümitsizlik ve hafızalardaki kararmışlık bütün bedenleri ele geçiriyordu sanki. 

Her geçen saniye, dakikaları oluştururken dakikalar bile saatlere isyan etmek üzereydi. 

Neydi bu sitem, neye bu sessiz feryat? 

Kendi içinde koskoca bir âlemi barındıran insanın feryadı kendi çığlığında duyuluyor, başkaları tarafından hissedilmiyordu bile. 

Herkes kendi derdindeydi, kimsenin kimseyi dinleme tahammülü yoktu. Bedenlerde kopan fırtınalar; yakıcı bir kış ayazı gibi insanı tüketiyor, dermansız bir derde düştüğünü zanneden her bir nefes, olabildiğince birbirinden kaçmaya çalışıyordu. 

Eşya kaybolabilir, para kaybolabilir, var olan her şey kaybolabilir. Peki insan, kendini kaybedebilir miydi? 

Kendini kaybeden bir insan, kendini nasıl bulabilirdi? 

Büyük kalabalıkların ve dünya gösterişi içindeki süslerin içinde ruhlar can çekişiyordu.

Evet, bir eşya artık bir insandan daha değerliydi. 

Pahalı bir araba, bir insandan daha kıymetli görülüyordu. 

Lüks bir ev, herhangi bir insandan daha önemliydi. 

İnsan önemsizdi. Kimse kimseye değer vermiyordu. 

Mutsuzluk ve huzursuzluk şehirlerde kol gezerken  maddi değerleri her şey sayan insan, manevi olarak kendini bitirmişti. 

Artık eski sohbetlerin, muhabbetlerin ve selamlaşmaların bile yeri yoktu. 

Her ev, kendi kapısını başkasına kapatmış ve kendi hâlinde can çekişiyordu. 

Sevgi yoktu, saygı toprağa gömülmüştü. 

Değerler alt üst edilmişti. 

En büyük kıymet paraydı. 

Anlayış ve hoşgörü çoktan insanları terk etmişti. 

Sabır ve şükür buradan ayrılalı çok uzun yıllar olmuştu. 

Emek ve çalışmak yerine, çalışmadan yemek ve çok zengin olmak gelmişti. 

Fedakârlık ve cefa gözlerden uzaklaşmış, yalan ve riyâ insanlarla tanışmıştı. 

Böyle bir dönemdeydi insanlık. Ne acı bir dönemde. 

Ruhlar zavallıca birer birer yok oluyordu. 

İnsanlar birbirine düşman kesiliyordu.

Karanlık bir şehrin gökyüzünü saran bulutlar, umutsuzluk ve isyanı getirmişken tutunacak bir dal bile yok muydu? 

Nerede kalmıştı içimizdeki sevinç? 

Neredeydi herkesin hayal kurduğu güzel insanlık? 

Sevgi, saygı ve hoşgörü neredeydi? 

İnsanın eşyadan ve süsten daha değerli sayıldığı günler neredeydi? 

(...)