Kira… Üzerinde konuşurken bile insanın içini daraltan, ama hayatımızın tam ortasında yer alan bir kavram. Aslında kelimenin kendisi masum: “Bir mülkün kullanım hakkı karşılığında ödenen bedel.” Bu kadar basit, bu kadar düz. Ama yaşadığımız koşullar içinde kira artık yalnızca bir “bedel” değil; bir ömür törpüsü, bir toplumsal eşitsizlik aynası ve en önemlisi, hayatın kendisinden ödün verme biçimi haline geldi. İşte bu yüzden diyorum ki: Biz aslında kira değil, hayat ödüyoruz.
Bugün genç bir insan düşünün. Üniversiteyi bitirmiş, iş arıyor ya da düşük maaşla çalışıyor. Daha yeni mezun olmuş biri için “ev tutmak” eskiden bağımsızlık sembolüyken şimdi neredeyse “lüks tüketim” haline geldi. Çünkü kira fiyatları bir insanın maaşının yarısını, hatta çoğu zaman tamamını yutuyor. Barınma artık anayasal bir hak değil de piyasanın insafına bırakılmış bir meta gibi. Ev sahipleri, “Benim malım, istediğim fiyatı söylerim” diyor. Doğrudur, mal onların. Ama mesele sadece mal sahipliği değil; mesele bir toplumun nefes alma hakkı, yaşamın sürdürülebilirliği.
Sosyolojik açıdan baktığımızda barınma yalnızca dört duvar arasında yaşamak demek değildir. Barınma, bir insanın aidiyet hissettiği yerdir; güvenlik, mahremiyet ve huzurla doğrudan ilişkilidir. Bir birey evinde kendini güvende hissetmiyorsa, her ay kira kaygısıyla boğuşuyorsa, bu sadece ekonomik bir sorun değil, aynı zamanda psikolojik bir yıpranmadır. Her ay kirayı nasıl ödeyeceğini düşünen biri, geleceğe dair hayal kurma kapasitesini kaybediyor. Planlar erteleniyor, umutlar daralıyor, ilişkiler bile bundan etkileniyor. Çünkü kira dediğimiz şey artık sadece para değil; bir yaşam enerjisi.
Ekonomi perspektifinden bakarsak, kira enflasyonunun sadece evsizleri değil, çalışan orta sınıfı da vurduğunu görüyoruz. “Kira enflasyonu” denen şey maaş zamlarını, tasarruf ihtimallerini, yatırım hayallerini yok ediyor. Gençler ev sahibi olma fikrini artık ütopya gibi görüyor. Bir dönem “40 yaşına kadar ev alırım” sözü sıradan bir hedefken, şimdi “40 yaşına kadar hala kirada kalmazsam şükrederim” noktasına geldik. Bu durum, toplumun geleceğe dair umut bağlarını da zedeliyor. Çünkü kira ödemek, bir noktada kendi hayatını ipotek altına almak gibi hissediliyor.
Tarihsel açıdan baktığımızda, barınma sorunu modern şehirleşmenin hep en kritik noktalarından biri olmuştur. Sanayi devriminden sonra kentlere göç eden işçiler için yapılan işçi konutları, devletin barınmayı nasıl bir sosyal mesele olarak ele aldığını gösteriyordu. Bugün ise benzer bir toplumsal sorunun içindeyiz ama çözüm arayışlarımız daha da karmaşık. Ne yazık ki devletin sosyal konut politikaları, artan nüfus, düzensiz göç ve piyasa spekülasyonları arasında yetersiz kalıyor.
Kendi hayatımdan bir kesit paylaşayım: Çevremde kira ödemekten yorgun düşmüş gençler var. Kimisi ailesiyle aynı evde kalmaya mecbur, kimisi üç kişi bir evin içinde daracık bir odada yaşamaya çalışıyor. Ev dediğimiz şey, insanın kendini ait hissettiği yer olmalıydı, ama artık yalnızca “kira günü ne zaman?” sorusuyla anılıyor. Bir bakıma evler, insanları içine sığdırmıyor, sıkıştırıyor.
Peki çözüm ne? Akademik tartışmalarda sıkça dile getirilen üç temel yaklaşım var:
Devletin sosyal konut üretimi: Yani piyasayı tamamen özel sektörün insafına bırakmadan, kiraların makul düzeyde tutulabileceği kamu müdahaleleri.
Kira denetimi ve düzenlemesi: Ev sahiplerinin sınırsız fiyat belirleme hakkının yasal sınırlarla denetlenmesi.
Alternatif barınma modelleri: Kooperatifler, paylaşımcı yaşam alanları, gençler için toplu barınma projeleri gibi daha kolektif çözümler.
Tabii bunlar kulağa akademik birer öneri gibi geliyor ama günlük hayatta hissettiğimiz şey çok daha basit: Bir evde yaşarken, oraya evim diyebilmek. Ev sahipliği değil belki, ama en azından huzurla, endişesizce yaşayabilmek.
O yüzden tekrar altını çiziyorum: Biz her ay sadece kira ödemiyoruz. Biz her ay biraz huzurumuzdan, biraz güvenliğimizden, biraz gelecek hayalimizden ödüyoruz. Başka bir deyişle, kira değil, hayat ödüyoruz.
