Sevgi GÖL


Köksüzleşen Şehirler

Köksüzleşen Şehirler


Bir şehir, sadece taş, beton ve asfalttan ibaret değildir. Bir şehir, içinde yaşayan insanların duygularından, ilişkilerinden, alışkanlıklarından örülmüş görünmez bir ağdır. Yani şehir, insanın dışa vurmuş halidir. Ancak bugün baktığımızda, bu ağın çözülmeye başladığını görüyoruz. Modern şehirler büyüyor ama kök salmıyor. Beton yükseliyor ama aidiyet çöküyor.
Köksüzleşen şehirler meselesi, aslında Türkiye’nin son yarım yüzyıllık hikâyesidir.1950’lerle birlikte başlayan hızlı sanayileşme ve göç dalgası, milyonlarca insanı köylerinden, kasabalarından alıp şehirlerin çeperine taşıdı.Bu insanlar, kendi toprağından koparak gecekondu denilen bir ara mekâna yerleşti. Ne tamamen köylü kaldılar, ne de tam anlamıyla şehirli olabildiler.Böylece ortaya “kentli olmadan şehirli yaşamak” gibi bir paradoks çıktı.
Sosyolog Şerif Mardin’in de belirttiği gibi,Türkiye’de modernleşme her zaman bir merkez-çevre gerilimi içinde gelişti.Şehir, merkezin simgesiydi; köy, çevrenin. Göç eden insan, sadece mekân değiştirmedi, kültürünü, dilini, alışkanlıklarını da dönüştürmek zorunda kaldı. Ama o dönüşüm hiçbir zaman tam olamadı.Çünkü köklerinden kopan bir kültür, tutunacak yeni bir zemin bulamadı.Bugün İstanbul, Ankara, İzmir ya da Bursa gibi şehirlerde yaşayan milyonlarca insanın hikâyesine bakın:Kaçımız doğduğumuz şehirde yaşıyoruz?Kaçımız çocukluk anılarımızla bugünkü yaşam alanlarımız arasında bir bağ kurabiliyoruz?
Köksüzlük, sadece bir mekânsal aidiyet sorunu değil;kültürel bir belleksizlik halidir.
Her şehir, aslında bir hafıza taşır.O hafıza, bazen bir çeşmenin başında dinlenen yaşlılarda,bazen sabah simit kokusunda,bazen bir taş duvarın gölgesinde gizlidir. Fakat bugünün şehirleri,bu hafızayı tutamaz hale geldi.
Kentsel dönüşüm projeleriyle birlikte, şehirlerin mimari dokusu değil, ruhu da değişti.
Bir sokağın,bir kahvehanenin,bir parkın yok olması,sadece mekân kaybı değildir;o mekâna bağlı duyguların,anıların ve ilişkilerin de kaybıdır
Türkiye’de “kentsel hafıza” kavramını ilk tartışan isimlerden biri,şehir tarihçisi İlber Ortaylı’dır.Ortaylı, şehirlerin geçmişle bağ kurmadan büyümesini “ruhsuz modernleşme” olarak tanımlar.Gerçekten de Türkiye’nin şehirleri hızla büyürken, geçmişlerini unutarak ilerliyorlar.
Bir zamanlar İstanbul’un semtleri birer kimlikti: Üsküdar dindar sakinliğiyle, Galata kozmopolitliğiyle, Kadıköy entelektüel havasıyla anılırdı.Şimdi ise her yer birbirine benziyor. Aynı zincir kafeler, aynı vitrinler, aynı binalar.
Şehirler kimliksizleştiği ölçüde, içinde yaşayan insan da kimliğini arar hale geldi.
Köksüzleşen şehir, köksüzleşen birey üretir. Çünkü aidiyet duygusu bir yerle başlar, bir duvarla, bir sokakla, bir komşulukla.
Bugün Türkiye’de yapılan birçok sosyolojik araştırma gösteriyor ki, büyükşehirlerde yaşayan insanlar geçmişe göre çok daha yalnız, güvensiz ve yabancı hissediyor.
TÜİK’in 2024 verilerine göre, kent nüfusunun %63’ü komşularıyla neredeyse hiç iletişim kurmadığını söylüyor. Bu oran,1980’lerde %20’nin altındaydı.
Bu dramatik artış,şehirde fiziksel olarak iç içe yaşarken, ruhen nasıl uzaklaştığımızın kanıtı.
Mahalle kültürü dediğimiz şey,sadece komşuluk ilişkisi değil;bir sosyal denge unsuruydu.Mahalle, kontrol mekanizmasıydı; ahlaki düzenin,güven duygusunun temsiliydi.Bugün ise o yapı yerini site duvarlarına, güvenlik kameralarına ve şifreli kapılara bıraktı.
Artık kapılar arkasından selam veriyoruz.
Şehir bizi koruyor ama birbirimizden koruyor
Bir başka gerçek de şu:Şehir büyüdükçe insan yalnızlaşıyor.
Teknoloji, konforu artırdı ama teması azalttı.Eskiden komşudan tuz istemek doğal bir şeydi;şimdi market uygulamasından bir tuz sipariş etmek daha kolay geliyor.
Sosyolog Erving Goffman günlük hayatın sahnelerinden söz ederken, insanın kamusal alandaki rollerinden bahseder. Bugünün şehirlerinde artık sahne bile kalmadı.İnsan, sosyal medyadaki profiliyle şehirdeki varlığını karıştırıyor.
Yani şehirde yaşamıyoruz artıkşehirden yayın yapıyoruz.
Köksüzlük sadece bireysel bir ruh hali değil,toplumsal bir krizdir.
Bir toplum,geçmişiyle bağını kaybederse,ortak değerlerini de kaybeder.Bu da siyasal kutuplaşmayı derinleştirir. Çünkü ortak zemin kalmaz.
Türkiye’de her yeni kuşak,bir öncekinden farklı şehir kültürüne doğuyor. Eskinin dayanışmacı,“biz merkezli” şehir yapısı yerini“ben merkezli”bir kent kültürüne bıraktı.
Artık şehirler insanları bir araya getirmiyor; sınıflara, statülere, ekranlara bölüyor.
Bu dönüşümün kültürel etkisi de büyük. Türk edebiyatının en güçlü eserleri Tanpınar’ın “Huzur”u,Kemal Tahir’in “Yorgun Savaşçı”sı,Orhan Kemal’in “Bereketli Topraklar Üzerinde”si hep şehir ve insan ilişkisini merkeze almıştı.
Bugünün şehirlerinde ise romanın kahramanı bile yönünü kaybetmiş durumda. Çünkü şehir artık karakter değil, fon oldu.
Bir şehri kurtarmak,sadece tarihi binaları restore etmek değildir.
Bir şehri kurtarmak,onun hatıralarını korumaktır.
Köksüzlüğe karşı panzehir, bağ kurmaktır:insanla, mekânla, geçmişle.
Bu bağları yeniden inşa etmeden,ne kültür kalır ne kimlik.
Belki de yeniden mahalle sohbetlerini,sokak oyunlarını,toplu iftarları, küçük dayanışmaları hatırlamak gerek.
Çünkü şehir,insanın dışa vurmuş hâliyse;biz değişmeden şehir de güzelleşmez.
Bugünün şehirleri artık hızın, gürültünün ve geçiciliğin mekânı.Ama hâlâ bazı sessiz köşelerde,bir ağacın gölgesinde,bir çeşmenin taşında köklerin izleri var.
Belki de umut tam oradadır:
Köksüzleşen şehirlerin altında hâlâ eski bir kök, suyu arıyor.
Bir şehir,onu hatırlayan insanlarla yaşar.
Ve eğer biz unutursak, şehir sadece bir adres olur bir ev değil.