Sevgi GÖL


Korkunun Dansı, Kaygının Şifresi: Evrimsel Mirasımızla Yüzleşmek

Korkunun Dansı, Kaygının Şifresi: Evrimsel Mirasımızla Yüzleşmek


Sabah uyanmadan hemen önce kalbinizin hızlı attığını hissettiniz mi hiç? Belki önemli bir sınavdan önce, belki de bir iş görüşmesi sabahında… Veya gece, sessizliğin ortasında zihninizin birden hızla çalışmaya başladığını, olasılıkların içinde kaybolduğunuzu hatırlıyor musunuz?
İşte bu duygular: korku ve kaygı.
Bize acı veren ama aslında hayat kurtaran iki eski dost. Modern hayatın baskılarıyla daha çok konuşulmaya başlayan bu iki kavram, aslında insanlık tarihinin en kadim duygularından. Bugün bizi yoran, hatta hasta eden bu duyguların ardında milyonlarca yıllık bir evrimsel hikâye var. Gelin birlikte bu hikâyeyi çözümleyelim.
Korku, beynimizin derinliklerinde, badem büyüklüğündeki bir yapı olan amigdala tarafından yönetilir. Bir tehdit algılandığında bu bir gök gürültüsü, ani bir hareket ya da bağırış olabilir amigdala anında devreye girer. Vücudumuza “savaş ya da kaç” sinyalini gönderir. Kalp hızlanır, nefes artar, kaslara kan pompalanır. Duyular keskinleşir, sindirim yavaşlar. Çünkü o an yaşamak için yemek yemeye değil, kaçmaya veya savunmaya ihtiyacımız vardır.
Atalarımız için bu mekanizma yaşamsaldı. Ormanda çıtırtı duyduğunda anında hareket eden kişi hayatta kalırdı. Düşünen, sorgulayan değil hızlı tepki veren.
İşte bu refleks bugün hâlâ bizimle. Ancak tehditler değişti. Artık aslanlar değil ama trafikteki bir korna, ofisteki bir e-posta ya da sosyal medyadaki bir yorum bu sistemi tetikleyebiliyor.
Kaygı ise başka bir sistemin ürünü. Kaygı, gelecekteki potansiyel tehlikelere karşı hazırlıklı olmayı sağlar. Beyindeki prefrontal korteks ve hipokampus, yani düşünce ve hafıza merkezleri, amigdalayla birlikte çalışarak olasılıkları değerlendirir. “Ya başarısız olursam?”, “Ya herkesin içinde konuşamazsam?”, “Ya hastalanırsam?” gibi sorular işte bu sistemin ürünü.
Kaygı, sağlıklı düzeyde olduğunda koruyucudur. İnsanları önlem almaya, plan yapmaya, dikkatli davranmaya iter. Sınavdan önce çalışmamız, çocuğumuzun güvenliği için tetikte olmamız, tasarruf yapmamız… Hepsi aslında kaygının bizi yönlendirdiği şeylerdir.
Ancak tehlike algısı sürekli aktif hale geldiğinde ki modern dünyada sık sık böyle oluyor sistem tükenir. Çünkü beyin gerçek bir tehdit ile zihinsel bir tehdit arasında ayrım yapmaz. Bir aslanla yüzleşmek ya da kira borcunu düşünmek arasında fizyolojik fark yoktur. Her iki durumda da stres hormonları salgılanır, beden alarm durumuna geçer.
Modern yaşam, beynimizin henüz tam olarak uyum sağlayamadığı bir karmaşaya dönüştü. Bilgi bombardımanı, sürekli rekabet, görünür olma baskısı, belirsizlik ve sosyal izolasyon… Bütün bu etkenler, korku ve kaygı sistemlerimizi sürekli tetikliyor.
Örneğin, sosyal medyada beğeni almamak, beyin tarafından sosyal dışlanma tehlikesi olarak algılanabiliyor. Oysa atalarımız için dışlanmak, grup desteğini kaybetmek ve hayatta kalamamak anlamına gelirdi. Bugün aynı alarm sistemi, sadece dijital etkileşim eksikliğiyle bile devreye girebiliyor.
İşte bu yüzden anksiyete bozuklukları, panik ataklar ve kronik stres çağımızın salgını haline geldi. Çünkü beynimiz, soyut tehlikeleri somut gibi algılıyor. Tehdit gerçek olmasa da tepki fiziksel.
Bu duyguları bastırmak ya da yok saymak, işe yaramıyor. Çünkü bunlar bizde var olmak için evrimleşmiş sistemler. Onları tanımak, nasıl çalıştıklarını öğrenmek, etkilerini fark etmek; daha sağlıklı ve dengeli bir yaşam için ilk adımdır.
Eğer amigdalanın hızla karar vermeye çalıştığını bilirsek, korku anında panik yapmak yerine bir adım geri çekilebiliriz. Eğer kaygının geleceği tahmin etme çabası olduğunu fark edersek, onun her dediğine inanmak zorunda olmadığımızı anlayabiliriz.
Korku ve kaygı, bizim düşmanımız değil; rehberlerimiz olabilirler. Onlara kulak vermek, onları anlamak, hayatı daha bilinçli yaşamak demektir.
Korku ve kaygı, sadece psikolojik değil; biyolojik ve tarihsel gerçekliklerdir. Bizi bugüne kadar getiren, sayısız tehlikeyi atlatmamızı sağlayan bir savunma mekanizmasının parçalarıdır. Ancak artık yeni bir dönemdeyiz. Şimdi bu mirası taşımakla kalmayıp, onu yönetmeyi öğrenmek zorundayız.
Korkunun dansı bitmeyecek. Kaygının şifresi hep bizimle olacak. Mesele bu müziğe esir olmak değil; onun ritmini çözmek ve kendi adımlarımızı bulmak.
Belki de asıl özgürlük, bu güçlü duygularla barışmaktan geçiyor. Çünkü kendini tanıyan, korkusunu ve kaygısını tanıyana dönüşür. Ve belki de hayat, o andan itibaren daha yaşanabilir hale gelir.