Bir gün gömleğimin kopmuş düğmesine bakarken durdum. Sıradan bir eksiklikti belki, ama o an zihnimde birçok düşünceyi tetikledi. Bozulmuş bir saat, çatlamış bir fincan ya da eskimiş bir sandalye.İlk başta işlevini kaybetmiş bir nesne gibi görünüyorlar. Oysa dikkatli baktığımızda, her birinin içinde zamanın, hatıraların ve insanın kendi kusurlarıyla kurduğu karmaşık bağların izleri var.
Modern çağın bize öğrettiği en yaygın yargılardan biri "mükemmellik" takıntısıdır. Her şeyin pürüzsüz, sorunsuz ve ideal olması gerektiği fikri, sadece bedenimize, işlerimize ya da ilişkilerimize değil, aynı zamanda düşünce biçimimize ve dünyaya bakışımıza da sirayet etti. Kusurlar artık düzeltilmesi gereken “arıza”lar olarak görülüyor. Fakat ben bu yazıda tam tersini savunuyorum: Küçük bozulmaların, hayatın gerçek ritmini, insani dokusunu ve estetik derinliğini oluşturduğuna inanıyorum.
Sanat tarihi, “kusurun” bilerek ya da farkında olmadan bir anlam katmanına dönüştüğü örneklerle doludur. Örneğin Japon kültüründe yüzyıllardır varlığını sürdüren wabi-sabi estetiği, kusurlu olanın, geçici olanın ve tamamlanmamış olanın güzelliğine işaret eder. Bir çay kasesindeki çatlak, o nesnenin zamanla geçirdiği değişimin bir izidir. Ve bu iz, hem geçmişe hem de şimdiye bağlanan bir anlatı oluşturur.
Wabi-sabi’nin bir başka boyutu da “kintsugi” sanatıdır. Kırılan bir seramik parçası altınla birleştirilir; çatlak, gizlenmek yerine görünür kılınır, hatta vurgulanır. Burada kusur, onarımla birlikte değer kazanır. Sanatçının müdahalesi, kusurun üzerini örtmek değil, onu yüceltmektir. Bu yaklaşım sadece görsel sanatlarda değil, edebiyatta, müzikte ve tiyatroda da karşımıza çıkar. Bir şiirdeki eksiltili cümle, bir roman karakterinin hataları ya da bir sahnede oyuncunun tökezlemesi. Hepsi eserin “canlı” ve “insanî” tarafına aittir.
Doğaya baktığımızda, hiçbir şeyin kusursuz olmadığını görürüz. Bir ağacın simetrik olmayan dalları, bir çiçeğin eğilmiş sapı ya da bir kayanın pürüzlü yüzeyi.
Tüm bu detaylar doğanın yaşamla kurduğu ilişkinin parçasıdır. Doğada hiçbir canlı türü, estetik normlara göre var olmaz; işlevsellik, adaptasyon ve süreklilik önceliklidir. Ve tam da bu yüzden doğa bize “kusurluluk” üzerinden hayatta kalmanın, evrimin ve güzelliğin derslerini verir.
Doğanın bize sunduğu bu örnekler, modern insanın “kusursuzluk” baskısını sorgulamamıza yardım edebilir. Belki de en büyük sorunlarımızdan biri, doğal olanla aramızdaki bağın zayıflamasıdır. Çünkü doğayı taklit etsek bile, onun kabul ettiği eksiklikleri biz kabul etmiyoruz.
İnsan psikolojisinde de benzer bir dinamik söz konusudur. Hepimiz zaman zaman kırılır, yara alır, hata yaparız. Ancak toplumsal normlar bize bu “bozulmaları” gizlememizi, saklamamızı ya da hemen onarmamızı öğütler. Oysa psikoterapi gibi alanlarda en çok üzerinde durulan şey, bu bozulmaların yüzeye çıkartılmasıdır. Travmalar, hatalar, eksiklikler hepsi insan ruhunun derinliklerine gömülmüş anlamlar taşır.
Bozulmadan geçen bir hayat, belki de hiç yaşanmamış bir hayattır. Çünkü her kırılma noktası, aynı zamanda yeniden yapılanmanın, dönüşümün ve içsel büyümenin kapısını aralar. Küçük bir hayal kırıklığı, bir yanlış karar ya da bir başarısızlık, aslında kişinin kendiyle tanışması için bir başlangıç olabilir.
Tarihi yapılar bu anlayışı en somut şekilde ortaya koyar. Roma’daki Colosseum’un eksik taşları, Ayasofya’nın çatlamış duvarları ya da Mardin evlerinin yıpranmış cepheleri.Hepsi zamanın izlerini taşıyan canlı birer tanıktır. Restorasyon uzmanları, artık bu bozulmaları silmek yerine korumayı tercih eder. Çünkü bir yapının yaşanmışlık izleri silinirse, onun belleği de silinir. Ve tarih belleğini kaybettiğinde, sadece taş yığınına dönüşür.
Bu mimari yaklaşımın, insan yaşamı ve toplumsal hafızayla da güçlü bir paralelliği vardır. Her birey, her toplum, küçük bozulmaların toplamıdır. Bu çatlakları yadsımak, kendimizi anlamaktan da vazgeçmektir.
Pek çok insan gibi ben de zaman zaman mükemmel olmaya çalıştım. Ancak zamanla anladım ki, beni ben yapan şey, başarılarım kadar başarısızlıklarımdı. Tam yerinde söylenememiş cümlelerim, yanlış kararlarım, gözümden kaçan detaylarım. Hepsi beni dönüştüren, büyüten, öğreten öğeler oldu.
Bu yazıyı yazma amacım, hem kendime hem başkalarına şunu hatırlatmak: Kusurlar, eksiklikler ya da küçük bozulmalar, yok edilmesi gereken zayıflıklar değil. Tam aksine, bir insanın ya da bir şeyin hikâyesini taşıyan izlerdir. Ve bu izler, yaşamı derinleştirir.
“Küçük bozulmalar” sadece fiziksel nesnelerde değil; düşüncelerimizde, duygularımızda, ilişkilerimizde ve hatıralarımızda da yer edinir. Onları bastırmak yerine anlamlandırmak, estetikten psikolojiye, sanattan gündelik yaşama kadar uzanan geniş bir perspektifte insaniyetimizi yeniden tanımlamak anlamına gelir.
Çatlamış bir fincana bir daha bakın. Belki de asıl anlam, çatlağın içinde gizlidir.

