Bazı medeniyetler ölmez,sadece dillerini değiştirir.
Biz onlara yıkıldı,deriz ama onlar hâlâ bir yerlerde nefes alır bazen bir taşın yüzeyinde, bazen bir ezginin içinde, bazen de bir insanın cümlesinde.
Tarihi anlamak, sadece geçmişi bilmek değil; küllerin ne söylediğini duymayı öğrenmektir.
Çünkü her kül, bir yanılgının, bir inancın, bir umut kırıntısının sessiz tanığıdır.
Bugün biz, tarihle aramızda görünmez bir duvar ördük.
O duvarın adı modernlik.
Sanki her şey geçmişte kalınca, hatalar da bizimle birlikte gömülüyormuş gibi davranıyoruz.
Oysa geçmiş,gömülse bile çürümüyor;sadece biçim değiştiriyor.
Roma’nın taşları bugün bir şehrin temelinde,Osmanlı’nın izleri bir semtin adında, Mezopotamya’nın sesi ise bir çocuğun masalında yaşamaya devam ediyor.
Ama biz ne yapıyoruz?
Tarihi turistik bir deneyime, geçmişi bir fotoğraf fonuna dönüştürüyoruz.
Tarihle bağ kurmak yerine onunla özçekim yapıyoruz.
Aslında insanlık, uzun zamandır medeniyet yorgunluğu yaşıyor.
Her çağ,bir öncekini inkâr ederek başlıyor.
Yeni çağ,eskiyi yıkmadan kendini var edemiyor.
Bu yüzden tarih,sürekli bir yeniden doğuş hikâyesi değil, bir tekrarlanan yanılgılar dizisidir.
Bir zamanlar taşla başlayan rekabet,şimdi teknolojiyle devam ediyor.
Ama ilginçtir,her yüzyıl aynı soruyla bitiyor:
Biz bu kadar ilerledik ama neden hâlâ yanıyoruz?
Küllerle konuşmak,işte bu yüzden zordur.
Çünkü kül,hem sonun hem başlangıcın sembolüdür.
Bir uygarlığın küllerine dokunmak,sadece o uygarlığı anlamak değil,kendi kırılganlığını da fark etmektir.
Bugün toprak altında kazı yapan arkeologlar,sadece taş değil, aynı zamanda insanın unutma alışkanlığını da ortaya çıkarıyor.
Her kazı, aslında bir hatırlama eylemidir.
Ama ne acıdır ki,biz unuttukça medeniyetler daha derine gömülüyor.
Medeniyet dediğimiz şey, yalnızca mimari birikim veya yazılı kaynak değildir.
Bir toplumun duygusal zekâsıdır, hafızasıdır, vicdanıdır.
Bir uygarlık yalnızca savaşlarla değil, suskunluklarlada şekillenir.
Savaşlar nasıl bir yeri yakarsa, sessizlik de hafızayı yakar.
Bugünün insanı, gürültü içinde sessizleşti.
Belki de bu yüzden kül metaforu hiç bu kadar güncel olmamıştı.
Modern insan, geçmişle bağını bilgiyle değil, hızla kuruyor.
Artık her şey anlık.
Oysa tarihin dili anlık değil, ağırkanlıdır.
Bir taş bin yıl konuşur, bir tweet bir dakika yaşar.
Aradaki fark, insanın anlam süresidir.
Biz artık anlamaya değil, yetişmeye çalışıyoruz.
Ve yetişemediğimiz her şey kül oluyor.jj
Şunu kabul etmek gerek:
Medeniyet dediğimiz olgu, yalnızca inşa etmekle değil, hatırlamakla mümkündür.
Bir toplum ne kadar çok unutur, o kadar çok baştan başlamak zorunda kalır.
Bugün yaşadığımız krizlerin çoğu çevre, kültür, kimlik, ahlak aslında hatırlamayı reddetmenin sonucudur.
Çünkü tarih sadece bir geçmiş değildir;aynı zamanda bir aynadır.
Biz o aynaya bakmadıkça, külü yüze sürüp kir sanıyoruz.
Küllerle konuşmak, yani geçmişin fısıltısını duymak, aslında bir öz farkındalık meselesidir.
Bize öğretildiği gibi tarih yalnızca olanlar değildir; aynı zamanda “olanlardan öğrenilmeyenler”dir.
Ve biz, insanlık olarak hâlâ ders tekrarındayız.
Her savaş, her yıkım, her göç dalgası, aynı satırın farklı kalemle yazılmış hâlidir.
Bir medeniyet yanar, diğeri doğar, ama duman hep aynı kokar:
İnsanın kendini unutma kokusu.
Belki de artık yeni bir uygarlık inşa etmeden önce, küllerle konuşmayı öğrenmemiz gerekiyor.
Çünkü o küllerin arasında, kaybettiğimiz değerler, unuttuğumuz sesler, bastırdığımız merhamet hâlâ sıcak.
Bir toplum, geçmişinin küllerini anlamadan geleceğini inşa edemez.
Mesele, tarihe dönüp bakmak değil; tarihle konuşabilmektir.
Sorun, geçmişin yok olması değil; bizim artık onu duyamıyor olmamızdır.
Her dönemin bir yıkımı vardır.
Ama asıl mesele, o yıkımdan sonra hangi sesi duyduğumuzdur.
Küllerle konuşmak, bir dönemin değil, insanlığın ortak sorumluluğudur.
Bugün bu satırları okuyan her birey, bir uygarlığın devamıdır.
Sorulması gereken soru şudur:
Bizden sonra ne kalacak bir miras mı, yoksa biraz daha kül mü?
