Toplumların en tehlikeli dönüşümü, ani kırılmalarla değil; yavaş, sessiz ve neredeyse fark edilmeden gerçekleşir.Bu dönüşümün adı çoğu zaman “normalleşme”dir.Oysa normalleşen her şey sağlıklı değildir; bazıları sadece sürekli tekrar edildiği için olağan kabul edilir.Bugün gündelik hayatımızda karşılaştığımız pek çok durum, aslında ciddi toplumsal, ekonomik ve psikolojik sorunların sonucu olmasına rağmen, sorgulanmadan yaşanır hâle gelmiştir.
Sosyoloji literatüründe normal kavramı, bir toplumda yaygın olarak kabul edilen davranış kalıplarını tanımlar.Ancak yaygınlık, doğruluk anlamına gelmez.Bir davranışın ya da durumun normal olarak etiketlenmesi, çoğu zaman onun meşrulaştırılması anlamına gelir. İşte tam bu noktada toplumsal refleksler zayıflar.İnsanlar, rahatsız oldukları şeylere karşı tepki üretmek yerine uyum sağlamayı seçer.Çünkü uyum, itirazdan daha az enerji gerektirir.
Günümüz toplumunda yorgunluk neredeyse temel bir kimlik hâline gelmiştir. Sürekli çalışan, ama karşılığını alamayan;sürekli koşturan, ama bir yere varamayan birey profili artık istisna değildir.Tükenmişlik sendromu, bireysel bir sorun gibi ele alınsa da aslında yapısal bir meseledir. Çalışma saatlerinin uzaması, güvencesizlik,gelecek kaygısı ve ekonomik baskılar, insanları zihinsel olarak yıpratırken;bu yıpranma hâli “hayatın gerçeği” olarak sunulur.Böylece sorun, sistemden bireyin omuzlarına yüklenir.
Benzer bir normalleşme, duygusal alanda da görülür. Kaygı,belirsizlik ve güvensizlik çağın ortak ruh hâline gelmiştir.Özellikle genç kuşaklar için gelecek, planlanabilir bir alan olmaktan çıkmış; “günü kurtarma” psikolojisi baskın hâle gelmiştir.Eğitim almak, meslek edinmek, hatta çok çalışmak bile artık garanti sunmaz.Buna rağmen bu belirsizlik durumu, olağan kabul edilir.“Zaten herkes böyle” cümlesi,kolektif bir teslimiyet ifadesine dönüşür.
Medya ve dijital platformlar da normalleşme sürecinin önemli aktörlerindendir. Sürekli maruz kalınan olumsuz haberler,şiddet görüntüleri,felaket senaryoları,zamanla duyarsızlaşmaya yol açar. Psikolojide bu duruma “duygusal körelme” denir. İnsan zihni, kendini koruyabilmek için tepki eşiğini yükseltir.Sonuç olarak eskiden şok edici olan pek çok olay, bugün sıradan bir haber akışı içinde kaybolur.Bu durum bireyi kısa vadede korur gibi görünse de uzun vadede toplumsal vicdanın zayıflamasına neden olur.
Normalleşmenin bir diğer boyutu da ilişkiler üzerinden okunabilir.Yüzeysellik, geçicilik ve güvensizlik, modern ilişkilerin belirgin özellikleri hâline gelmiştir. İnsanlar artık bağ kurmaktan çok bağ yönetmeye çalışır. Dostluklar hızla kurulup hızla dağılır;ilişkiler kolayca tüketilir.Bu durum da “zamanın ruhu” olarak açıklanır ve sorgulanmaz. Oysa ilişkilerdeki bu kırılganlık,bireyin yalnızlık duygusunu derinleştirir ve toplumsal bağları zayıflatır.
Kent yaşamı da normalleşen sorunların mekânsal yansımasını sunar. Kalabalıklar içinde yalnızlık, kamusal alanda artan tahammülsüzlük,gürültü, stres ve sürekli bir acele hâliBunların hepsi şehir hayatının doğal sonuçları gibi kabul edilir.Oysa şehirler, insanın yaşamını kolaylaştırmak için vardır; onu sürekli zorlayan yapılar hâline gelmesi,planlama ve yönetim sorunudur.Ancak birey, bu sorunları da kişisel uyum meselesi olarak içselleştirir.
Asıl problem,normalleşen sorunların artık konuşulmamasıdır. Konuşulmayan sorun, görünmez olur;görünmez olan ise çözümsüzleşir. Toplumlar,sorunlarını yüksek sesle dile getirebildikleri sürece dönüşme potansiyeline sahiptir. Sessizlik ise en kalıcı tahribatı yaratır.Çünkü sessizlik, razı olma hâlidir.
Bu noktada kendimize dönüp bakmak gerekir.Kendi hayatımızda neyi “idare eder” diyerek sürdürdüğümüzü, neyi sırf alıştığımız için kabullendiğimizi sorgulamalıyız. Sevmediğimiz bir işte kalmayı,bizi yoran ilişkileri devam ettirmeyi, kendimizi sürekli ertelemeyi.Bunların hepsi bireysel tercihler gibi görünse de aslında toplumsal baskıların ürünüdür. Normalleşme, bireyi yalnızlaştırırken sorumluluğu da bireyin sırtına yükler.
Oysa tarihsel olarak bakıldığında, toplumsal ilerleme hiçbir zaman “normal” kabul edilen durumlarla gerçekleşmemiştir.Değişim, her zaman bir rahatsızlık duygusuyla başlamıştır.Bir şeylerin yolunda gitmediğini fark eden bireylerin itirazları, zamanla kolektif bilince dönüşmüştür.Bugün de ihtiyaç duyduğumuz şey tam olarak budur:yeniden rahatsız olabilmek.
Belki de yapılması gereken, “normal” kelimesini hayatımızdan bir süreliğine çıkarmaktır.Onun yerine şu soruları sormayı denemeliyiz:Bu durum adil mi?Sağlıklı mı?İnsana yakışır mı? Çünkü normalleşen her şey doğru değildir; ama sorgulanan her şey değişme ihtimali taşır.
Ve belki de en kritik fark şudur:Toplumlar alışarak değil,fark ederek dönüşür. Normal diye yaşadığımız şeyleri yeniden adlandırabildiğimiz gün, gerçek değişimin kapısı aralanacaktır.
