Ciğerlerim parçalanırcasına koşuyordum. Karın, çamurun içinde durmadan koşuyordum. Dağ köyünde yaşamak koşmak, koşturmaca demekti. Koşmak ne hayalimde, ne düşüncemde vardı. Zayıf, çelimsiz bir kızdım. Tekman’ın bir dağ köyünde birleştirilmiş sınıflı okulda yirmi üç öğrenci okuyorduk. Kızların sayısı erkeklerden üç eksikti. Kar mevsiminde ellerimizde tezekle okulun yolunu tutuyorduk. Mezra ile okulun arası iki kilometreydi. Mezra dağın eteğinde köy ise aşağıda dere kenarındaydı. Mezradan arkadaşım, aynı zamanda yaşıtım amcamın kızı Nurten ve bir yaş büyük ağabeyim Nesimi ile ellerimizde çantalarımızla gidiyorduk. Dağın eteğinden okula ilkbaharda gitmek çok hoştu. Kardelenlerin arasında, çizmelerimizin tabanına yapışan çamur yolu çekilmez kılıyordu.
Yayla rüzgârında yanaklarımız kırmızı elma gibi kızarırdı. İlk yıllar nefes nefese kaldığım dönüş yolunu artık keklik gibi hızla aşıyordum. Yürümelerimiz keklik sekmesiydi adeta. Yorulmak, üşümek kavramlarına yabancılaşmıştım. Okula yetişmek için ağabeyim ve Nurten’le sık sık yarışırdık. Koşarken çizmelerimizin tabanındaki çamurlar önlüklerimize sıçrardı.
Önlüklerimizin çamur olmasına Tuğçe öğretmen çok kızardı. Sık sık bizi azarlardı. Önlüklerimizin kurumuş çamurlarının tozlu izlerini hep sırtımızda taşırdık. Ağabeyimin, “Kızlar var mısınız koşu yarışına” diyerek beni ve Nurten’i gaza getirirdi. Ağabeyimin bacak kasları güçlüydü ve bizden büyük olduğu için yarışı hep ağabeyim kazanırdı. Tatilde ağabeyim koyunları güderdi. Komşu köyün sınırındaki dağın zirvesinde güzel otlar olurdu. Ağabeyim koyunları zirvede otlatmayı severdi. Sürekli dağa sürüyle tırmandığı için bacak kasları çelik gibiydi. Ağabeyim hep açık ara ile birinci olurdu. İkinci ve üçüncü hep değişirdi. Kimi zaman ben ikinci, kimi zaman Nurten ikinci olurdu.
O sıralar hayalim yoktu. Dağ köyünde hayal kurulmaz, kaderin hükmünü beklenirdi. Zorunlu eğitim sayesinde okula gidebiliyorduk. Okula gitmeyen çocukların ailesine kaymakamlık para cezası yazıyordu. Ceza ödemek yerine kız çocuklarını tarla zamanı haricinde okula göndermekte sakınca yoktu. Okulların açıldığı hafta arazide büyükbaş hayvanların kurumuş tezeklerini kışlık yakacak olarak topluyordum. Çuvallara doldurup sırtımızda eve taşırdık. Geveni daha çok erkekler taşırdı. Kışlık yakacak sorunu çözüldükten sonra ancak okulun yolunu tutuyordum. Derslerde geri kalıyordum ama olsun sonuçta okuyordum. Okuma, yazmam zayıftı ama bacaklarım ve güçlü iradem vardı. Köydeki şanslı kızlardan birisiydim. İlkokul bitecek, babalarımız izin verirse taşımalı eğitimle ilçe merkezindeki Yatılı İlköğretim Bölge Okulu’nda okuyabilecektik. Annelerimizin kaderini yaşıyorduk. Doğ, çalış, evlen ve öl. Söz hakkı yok. Yarın yok, gelecek yok, başka bir dünya yoktu.
Firuze Nenem, hiç şehir görmemişti. Köyünden bir iki kere ilçeye gitmişliği vardı. O da hastalandığında doktora babam ve amca götürmüş. Diğerinde ise nüfus cüzdanı değiştirileceği için gidip fotoğraf çektirmiş. Nenem, fotoğraf çektirmek istememiş önce.”Fotoğraf çektirmek günah. Kafa kâğıdıma fotoğrafımı yapıştırmasınlar. Fotoğrafıma bakıp da ne yapacaklar. Ne fotoğraf çektirir ne de fotoğrafçıya giderim. Haram.” diye diretmiş. Neyse ki babam güçlükle babaannemi ikna edip fotoğrafçı götürmüş. Fotoğraf makinesinin güçlü flaşı patlayınca babaannem kelime-i şahadet getirmiş. Stüdyodan dışarı kaçmış. Bir daha da ilçeye adımını atmamış.
Ben nenem gibi olmak istemiyordum. Annem yine birkaç kez hastalandığı için ilçe hastanesinden Erzurum’a sevk edilmişti. O şehir görmüştü. Şehirde her şey güzelmiş. Şehirli kadınlar, şehirli erkekler hepsi güzel giyinip, güzel konuşuyormuş. Ama tuvalet paralıymış. Çok şaşırmıştı. “Tuvalete giriyorsun, her yer fayans. Sular gürül gürül akıyor. Üstüne bir de somun ekmek parası veriyorsun. Olacak iş mi” diye söylenir, şehir görmeyen komşularına gülerek anlatırdı.
Koşuyordum. Ciğerlerim yanıyordu. Tükürüğüm şekerleşmişti. Bacaklarımı artık hissetmiyordum. Kara lastiklerimle koşuyordum. Bunlar hem kolay yırtılmıyor, suda yıkanınca temiz oluyor, hem de hafif ve ucuzdu. Lastik ayakkabıyı sınıf öğretmenim Tuba Hanım’ın ayaklarında ilk kez görmüştüm. Pembe, mavi renkliydi. Çok hoşuma gitmişti. Demek kara lastiğin dışında giyilecek ayakkabılarda varmış.
Konya’dan gelmişti Tuba öğretmen. Spor Meslek Yüksek Okulu mezunuydu. Kendisini de yetim olduğu için hayırsever birisi okutmuş. Tuba öğretmen de okulu bitiripp, Milli Eğitim Bakanlığı’nın kurası ile mesleğe bizim köyde atılmıştı. Deliydi, çılgındı… Güzeldi. Köyün kadınlarından daha güzel, daha akıllı ve anlayışlıydı. Eşofmanla dolaşmayı seviyordu. Köy yerinde eşofmanlı kadın uzaylı gibiydi. Köyün kadınları uzaktan gözleri ile aşağılardı, ayıplardı. “Öğretmen Hanım, sende bizim gibi etek giy. Köy yerinde kadın kısmı o giysileri giymez. Heriflerimizin gözü hep sende.” diyerek tacizde bulunurlardı.
Deliydi öğretmenimiz söylenenlere kulak asmazdı. Yağmur, çamur, kar, ayaz demeden öğlen paydos ders aralarında bizi mezra ile okul arasında koştururdu. Beni, Nurten’i diğer dokuz öğrenciyi koştururdu.
Koşuyordum. Bin sekiz yüz metre de son düzlüğe çıkmıştım. Rakiplerimin çoğunu geride bırakmıştım. Önümde kısa sarı saçlı birisi vardı. İyi koşuyordu. Beni zorluyordu. Ben de onu zorluyordum. Ensesindeydim. Nefes nefese kalmıştık. Çivili ayakkabılarımla kırmızı zeminli toprak pistte rüzgâr gibiydim. Sekiz sırt numaralı eşofmanımla koşmuyor adeta esiyordum. İlk kez Giresun’a gelmiştim. Erzurum’un dışına ilk kez çıkmıştım. Denizi ilk kez görmüştüm. İlk kez yosun ve iyot kokusunu almıştım. Kendimi hafiflemiş hissediyordum. İki bin rakımdan sıfır rakıma inmiştim. Rüzgâr gibi koşuyordum. Önümdeki sarı saçlı kızı son yirmi beş metrede zorluyordum. Güneş sağdan vuruyordu. Gölgemiz ön sol çapraza düşüyordu. Gölgelerimiz iç içe girmişti. Nefes alışlarımız, kalp çarpıntılarımız, tuzlu ter kokularımız bir birine karışmıştı. Hayallerime değil gerçeklerime, gerçekliğime koşuyordum. Ya koşup kazanacaktım ya da köyüme dönüp kocayacaktım.
Koşuyordum. Bacak kaslarım gerilmişti. Ter alnımdan göz kapaklarımı aşarak gözlerime doluyor. Tuzlu ter, gözlerimi yakıyor. Ciğerim iflas etmek üzere, arkamdaki koşucu atak yapıyor beni ve önümdeki sarı saçlı kızı yakalayıp geçmeye çalışıyordu. Sarı saçlı kız bütün enerjisini aramızdaki mesafeyi açıp bitişe tek ve rahat varmak istiyordu. Birinci ve üçüncü arasındayım. “Haydi, kızım bastır. Az kaldı. Daha hızlı” sesleri arasında koşuyordum. Sesler yabancıydı ama destek aşinaydı. İzleyicilerin tezahüratı bana mıydı, birinciye mi yoksa ensemdeki koşucuya mıydı? Bilmiyorum. Tek bildiğim bitişe rakiplerimi geçerek ulaşabilmekti.
Bunun için çok çalışmıştım. Çok ter dökmüştüm. Muhtarın kızı Elif kıskançlıktan öğretmenin hediye ettiği koşu ayakkabımı çalmış, sonra da parçalayıp çöpe atmıştı. Oysaki pembe lastik ayakkabılarına gözü gibi bakıyor ve seviyordu. Köy yerinde cinayetlerin çoğu kıskançlık nedeniyle işlenirdi. Köyden çıkmalıydım, kurtulmalıydım. Bu koşu, bu şampiyonluk benim köyden çıkış biletim olacaktı. “Dayanın bacaklarım, dayan ciğerim. Daha hızlı olmalıyım.” diyerek kendimi motive ediyor direncimi artırıyordum.
Kolay gelmemiştim bu noktaya. Son yirmi beş metrede depar atıp, sarı saçlı kızın dış kulvardan yanına geçtim. Yorulmuştu. Gücü tükenmişti. Nefesi kesilmişti. Ben ise bitişe kilitlendim. Bitiş kurdelesi ile aramızda beş metre vardı. Son nefesimi. Son gücümü bacaklarıma verdim.
Çelikleşmiş bacaklarım bütün varlığımı rüzgâr gibi taşıyordu. Sarı saçlı kızın yanından fişek gibi geçip bitiş kurdelesini göğüsledim. Birkaç metre daha yavaş koştuktan sonra pistin kenarındaki çimenlerin üzerine yığıldım kaldım. Bayılmamak için kendimi zorladım. Ciğerlerim yangın yeri olmuştu. Artık bin sekiz yüz metre bayanlarda Türkiye birincisiydim. Bu onuru, mutluluğu, zaferi kolay elde etmedim. Milli takım seçmelerine gidebilecektim. Dişimle, tırnağımla kazandığım bu şampiyonluk köye dönüş yolumu kapattı.
SON