Orhan Yıldırım


SAZIN VE SÖZÜN NAKKAŞI AŞIK REYHANİ

Babam, Gölbaşı’ndaki bir kahvehanede Aşık Yaşar Reyhani’nin hikâye anlatıp, saz eşliğinde güzel şiir okuduğunu söyledi.


Babam, Gölbaşı’ndaki bir kahvehanede Aşık Yaşar Reyhani’nin hikâye anlatıp, saz eşliğinde güzel şiir okuduğunu söyledi. Ozanlara ilgi duyup, aşıkları seviyordum. İlgimi bildiği için babam beni aşıklar kahvehanesine götürürdü. Kongre Caddesi, Kavaflar Çarşısı ve Gölbaşı semtindeki aşık kahvehaneleri mekânımızdı. Aşıkların atışmalarını dinlemek ilginçti ve ben bundan mutlu oluyordum. Benim gibi aşıklar kahvesinin müdavimleri emekliler, işçiler, memurlar, esnaf ve zanaatkârlardı.
Erzincankapı’daki aşıklar kahvesinde Behçet Mahir’den, ‘Köroğlu’ hikâyelerini dinlemiştim. Yaşlı, kısa boylu, gözleri pek iyi görmeyen, zayıf, Erzurum şivesiyle hekât anlatan Behçet Mahir, şehrin meddahıydı. Uzun saatleri bulan hekâtlarının sonunda dinleyicilerine, “Hikâyemiz bugünlük bu kadar, gerisini yarın inşallah güzel güzel anlatırım. Velhasılı kelam iyi çoraplar satarım” diyerek faslını sonlandırırdı. Bu aşık bir heybe gibi omuzuna attığı çorapları satarak geçimini temin ediyordu. Bir kış gecesi Erzincankapı’daki kahvehanede Behçet Mahir’in yanında saz çalıp, nazım okuyan Reyhani’yi gördüm. Sesi, yorumu, anlatımı dinleyenleri büyülüyor, etkiliyordu. Yoksulluğun gölgesinde yaşayan halk ozanlarının gönül, fikir ve hayal dünyasının zenginliği beni şaşırtıyordu. 
Ortaokulu Şükrüpaşa’da, Liseyi Cumhuriyet’te okudum. Ankara’da Gazi Üniversitesi’ni tamamladım. Bakanlığın açtığı uzmanlık sınavını kazanıp iş başı yaparak başkente yerleştim. Yıllardır Ankara’da yaşıyorum. Aşıklık kültürü bilinç altımda, yetişmemde önemli yer tutuyordu. Erzurum ozanlar şehriydi. Reyhani, Sümmani, Emrah, Mustafa Ruhani ve daha nice aşıkların sazlarından, yüreklerinden saçılan ateş misali şiirler, hekâtlar şehrin kültür hayatını meşale gibi aydınlatıyordu.
Çocukluğumun geçtiği Erzurum’daki evimiz Şehitler mahallesindeydi. Bu gecekondu mahallesindeki komşularımız da bizim gibi yoksul ama namuslu insanlardı. Aşık Reyhani ile aynı mahallede oturuyorduk. Reyhani’nin yaşadığı gecekondu arka sokaktaydı. Aşık Reyhani, siyah çadır kılıfında taşıdığı uzun saplı sazını omuzuna atardı. Soğuk, karlı günlerde gociği sırtında, sazı omuzunda yirmi dakika mesafedeki şehir merkezine yürüyerek gidip- gelirdi. Mahallemizde ve şehrimizde ünü duyulmuş aşıktı usta ozanın namı daha ülke geneline yayılmamıştı.  Ama O bizim aşığımızdı. Babamın arkadaşı, komşumuz ve fakir semtimizin medar-ı iftiharıydı. Kongre Caddesi’nde iki katlı Kıbrıs Palas Otel’in altındaki aşıklar kahvehanesinde Murat Çobanoğlu ile leb değmez atışmasını dinlemiştim. İki zirve ismin, iki efsanenin atışması alkışlarla, ıslıklarla beğeni topluyordu. Program günler öncesinden duyurulmuştu. Kahvehanenin camına Çobanoğlu ile Reyhani’nin fotoğrafları asılmıştı. Atışma günü akşamında aşıkların performans sergileyeceği program saatinden önce kahvehane tıka basa dolmuştu. Kahvehanede oturacak yer kalmadığından, meraklıların çoğu dışarıda bu tarihi atışmayı ayakta izlemişti. Rüya gibi bir akşamdı. Bereket versin babamla iki saat önceden gidip programın yapılacağı alanın önündeki masalardan birisine oturmuştuk. Karlı ve soğuk bir kış akşamı Kavaflar Çarşısı’ndaki İki Kapılı Kahvehane’de Reyhani ile Nuri Çırağı’nın atışması da çocukluğumun unutulmazlarındandı. Reyhani’nin uzun saplı divan sazı eşliğinde okuduğu deyişler, hikâyeler bugün bile hafızamda ilk günkü canlılığını korumakta.  Yoksul mahallemizin bağrından yükselen bir feryattı bu güzel insanın yanık sesi.
Hiç unutamadığım anılardan birisi de Reyhani’nin eskimiş gociğiydi. Serin sonbahar ikindisinde Kıbrıs Palas Oteli’n altındaki aşıklar kahvesine omuzuna attığı beş altı palto ile seyyar satıcı girmişti. Reyhani’nin eski gociğinin manşetleri yıpranmış, yakası aşınmış, fermuarı ise bozulmuştu. Aşık Reyhani mağazaya göre oldukça ucuza satılan bu paltolardan birisini almak istemişti. Reyhani ne kadar aşıklıkta usta ise yaşlı satıcı da işinde o kadar usta ve kurttu. Reyhani, palto almak istediğini ve ücretini sorduğunda satıcı omzundaki paltolarını babamla oturduğumuz masanını üzerine bırakarak, “Aşık var git işine. Senin gücün yetmez bunları satın almaya. Sende palto alacak para ne gezer. Paltolarım zengin giysisi.” sözleriyle ortamı kızıştırıyor, damarına basarak, dolduruşa getiriyordu. Reyhani, onuruna düşkündü. İşporta palto satıcısının kendisini hakir görmesine dayanamamış, “Herkesi kendin gibi çulsuz ve pulsuz mu zannediyorsun. Şükür, param var. Yeter ki sen bu sakoların ücretini söyle.” İşportacı nazlanarak, “Hele şu kalın, içi kürklü, yakası astragan paltoyu giyin bakayım üstüne olacak mı?” diyerek, paltoyu Reyhani’ye giydirmişti. Kalıptan çıkmış gibi üzerine oturan paltoyu Reyhani pazarlıksız satın almıştı. Satıcı da, yemin ederek, “Vallahi palto çok yakıştı. Hazır sipariş versen bu kadar üstüne oturur ve yakışırdı. Anam avradım olsun ki palto sahibini buldu.” diyerek ilk söylediği ücreti Reyhani’den pazarlıksız almıştı. 
Uzun yıllardan sonra görev gereği Bursa’ya gittim. Bursa’ya yerleşmiş olan teyzemle, emekli öğretmen Hıfzullah eniştemi ziyaret ettim. Ziyaret bitmiş kalkacaktım ki halk aşıklarına ve Reyhani’ye sevgimi bilen eniştem, “Biraz vaktin varsa bizim derneğe götüreyim seni. Derneğin müdavimlerinden Aşık Reyhani bu saatlerde dernektedir.” dedi. Eniştemle, oturdukları apartmanın karşısındaki Bursa Değirmenönü Erzurumlular Derneği’ne gittik. Duvarlarında Erzurumspor flamalarının ve şehri tanıtan fotoğrafların yer aldığı salonda beş kişi oturmuştu. Yeşil çuhalı masanın bir köşesinde oturmuş konuşulanları dinleyen, yerine göre cevap veren Reyhani’yi gördüm. Çocukluğumun efsane ozanı, bu büyük halk aşığının varlığı bulunduğu ortama canlılık ve renk katıyordu. Yüzümde bir tebessüm oluştu. Yaşlanmıştı koca aşık. Beni tanımadı. Ozan, Palandöken’in zirvesinden kopup Uludağ’ın doruklarına yerleşen yağmur bulutları gibi gözleriyle bana baktı. Gelenleri daha iyi görebilmek için gözlerini kıstı. Bakışları üzerimizde odaklandı. Masadakiler de Reyhani ustanın bakışlarını takip ederek, başlarını bize doğru çevirdiler. 
Eniştem, Ozan Reyhani’ye ve masadakilere beni tanıttı. Reyhani nezaketen ayağa kalkarak tokalaşmak için elini uzattı. Sazının tellerini sevgilinin saçları gibi okşayan bu eli öpmek istedim, izin vermedi. Yoksulun, garibin vicdanı ve sesi olan ozanın elini zorla da olsa öpüp alnıma götürdüm. Saygı buydu, töre buydu, vefa buydu.
Kendimi ve bakanlıktaki görevim hakkında kısa bilgi verdikten sonra Aşık Reyhani’nin sohbetine katıldım. Gurbetteki dadaşlar, Reyhani’yi seviyor, değer veriyordu.
Reyhani,” Erzurum’un neresinden ve kimlerdensin?” diye sordu.
Narman’ın Samikale köyünden olduğumu söyledim. Reyhani, “Sümmani Baba’nın toprağındansın, demek. Ağabeyim, üstadım, kardeşim, pirimizdir Sümmani.  Bilirsin aşıklar kardeştir. Bana Sümmani Baba’nın kokusunu getirdin.”  karşılığını verdi.  Reyhani, Sümmani’den beyit okudu. Sümmani’den birşeyler bilip bilmediğimi sordu, Sümmani ile Gülperi’nin hikâyesini anlattım. Gözleri doldu. 
“Dadaş hele yaklaş o güzel gözlerinden öpeyim” dedi. Gözlerimden ve alnımdan öptü. Oğlunun saçlarını okşar gibi saçlarımı öptü, kokladı, okşadı.
İkindi ezanının okunmasıyla masadakiler namaz için dernekten ayrılıp yakındaki camiye gittiler. Hıfzullah eniştem, Reyhani ve ben sohbete devam ettik. Rüyada gibiydim. Koca Reyhani ile aynı mekânda, aynı masanın çevresinde oturmuş konuşuyorduk. Cami yıkılmıştı, mihrap yerindeydi. Mihrap gözleriydi, sözleriydi. Gözleri tezenesiydi sazının. Yıllar Reyhani’ye acımamıştı. Bu büyük halk ozanının tepesindeki saçlar dökülmüştü. Kısa kesilmiş saç ve sakalı ağarmıştı. Gözlerinin çevresi kırışmış, kilo almıştı. Yavaş ve ağır konuşuyordu.
Erzurum’da aynı mahallede ve sokakta oturduğumuzu hatırlatıp, babamın adını söyledim. “Eski kurra hafızlarından bizim Hacı Hilmi”nin torunu Sencer’in oğlusun demek. Babanı da dedeni de iyi tanırım. Deden iyi bir hafızdı. Alvarlı Efe Hazretleri’nden güzel beyitler bilirdi. Baban ise tasavvufa uzaktı. Ama hakkını vermek lazım baban aşıkları severdi. Erzurum’daki programlarımızın sıkı müdavimlerindendi. Her fırsatta kahveme gelip beni ve diğer aşıkların atışmasını, koşmasını, hekâtlarını dinlerdi.” 
Babamın ve dedemin yıllar önce öldüğünü söyledim. Reyhani usta üzüldü. Gözlerinın yaşını elinin tersiyle silerek, “Can, canana kavuşmuş. Ecel zamanı gelen göçüyor kabir makamına vesselam.” dedi. Sustu. 
Kendisinin, Murat Çobanoğlu ile leb değmez atışmasını, öncesinde ise Behçet Mahir’le birlikte yaptıkları proğramı izlediğimi söyledim. Şaşırdı. Gözlerindeki hüzün bulutları dağıldı. Nisan yağmurlarının can verdiği Erzurum yaylasının bereketli toprağı gibi canlandı, heyecanlandı.
Şehitler Mahallesi’ndeki eski dostlarını, arkadaşlarını, komşularını sordu. Derin nefes alıp bıraktıktan sonra,“Erzurum’u seviyorum. Erzurumluyu seviyorum. Zannetmeki burada mutluyum dadaş. Gurbet elde hasret yakar canımı” diye konuştu. Hıfzullah eniştem, dernek görevlisinden bize üç limonlu çay söyledi. Reyhani Usta’nın çayı açık ve limonluydu. Kıtlama şekerle çaylarımızı yudumlarken Reyhani kırlaşmış sakalını sağ elinin içiyle birkaç kez sıvazlayıp, “Dertliysen derdini dertsize söyleme. Aşık gurbet insanıdır. Ben Erzurumlu Emrah’tan büyük aşık mıyım ki gurbete gitmeyeyim. Aşığın sazı, sözü, ruhu ve bedeni gurbet yazgılıdır. Gurbet ruhların kevser başındaki secdesidir, duasıdır.”  dedi.
‘Erzurum’dan göç’ şiirinin hemşehrilerini üzüp, kızdırdığını söylemem üzerine, Hıfzullah eniştem, “Konuyu değiştirelim. Ozanımızı üzmeyelim.” diye araya girdi. Sevdiklerine ‘Gardaş’ diyerek hetap etmeyi seven koca halk aşığı, gözlerini gözlerime çevirerek, “Gardaş, elli yıldır beklediğim ekini harmana dökmeden yaktım gidirem”i neden yazdığımı yani Erzurum’dan göç şiirimi soruyorsun. Sormakta haklısın. Karşılaştığım, konuştuğum herkes Erzurum’a neden küstüğümü ve göç şiirimi soruyor? Neden, Bursa’ya göç ettiğimi merak ediyor. Gardaş, şiirimde de belirttiğim gibi Erzurum’u ve Erzurumluları çok seviyorum. Kimseye küsmedim. Erzurum’u mücbir nedenlerle terk edip gurbet kelepçesini kollarına takanların sesi olmak istedim. Aşık gönlü dertli olur. Bak elli yıllık kırık sazım, evimin duvarında asılı kaldı. Doğduğu toprakta ölene, gurbet akşamlarında deyiş söylemeyene aşık denmez. Ozanlar gurbet bulutudur.” Sustu. Çayından bir yudum aldı. Gözünden yaşlar döküldü.  Çok sevdiği turnaların kanatlarına takılıp geçmişe dönüyorcasına sözüne kaldığı yerden devam ederek, “Gurbet nazlı sevgili gibi çağırıyordu. Davete icap etmemek olmazdı. Mayamda, harcımda Erzurum’un havasının, toprağının, suyunun kokusu var. İnsan anasına, toprağına küser mi? Hiç küstüğü toprağa defnedilmek ister mi? O toprak eli kınalı sevgilinin yüreğidir, bağrıdır. Ayrılıklar kavuşmak içindir. Erzurum’un sert rüzgârı, havası, suyu, sevdası, hülyası, ahh… o ölümsüz ‘bar şiiri’ ruhumda, sazımda, sözümde nasıl yer etti kimse bilemez. Abdurrahman Gazi ile Alvarlı Efe Hazretleri’nin hasreti yüreğimde yaralı bir turna. Nef’i, Emrah ve Sümmani sözlerimde, dualarımdayken küsmek olur mu kilidi mülki islamın şehrine. Emri hak vaki olduğunda, sazımı, şiirlerimi, yavrularımı yetim bıraktığımda vasiyetimdir Erzurum’da Abdurrahman Gazi türbesini gören kabristana defnedilmek. Dostların, aşıkların kavuşması gurbette değil, toprakta olur. Mısralarım, sazım, çocuklarım yetim kalacak ama bu millet hiçbir zaman ozansız kalmayacak.” Yine sustu. Gözyaşlarına hakim olmakla zorlanıyordu. Ceketinin cebinden çıkardığı katlanmış kareli beyaz mendili ile gözyaşlarını sildi koca Aşık Yaşar Reyhani.
Gönül nakkaşı Reyhani karşımda, ağlıyordu. Ben de ağladım. Hıfzullah eniştemle bir an göz göze geldik. Başlarımız ellerimizin arasında sessizce bir süre öylece kaldık.
Eski topraktı, nice fırtınalardan çıkmış koca Ozan, öksürüp boğazını temizledikten sonra, “Reyhani’yim zamanım yok gülmeye. Doğar iken boyun eğdim ölmeye/Azrail gelecek canım almaya/ Bir canım var cananındır veremem…” dizesini okuduktan soğumaya yüz tutmuş limonlu çayından bir yudum aldı. Sandalyesinden kalkıp, “Gardaş, namaz vakti çıkmadan kulluk görevimizi eda edelim. Namazdan sonra sohbeti sürdürelim.” dedi. Hıfzullah eniştemle camiye gittiler. Dönüşlerini beklerken bir çay daha söyledim. 
Koca Aşık Reyhani bir kahvehanedeki atışmasında sazının eşliğinde, “Ben mazlum  kulların tercümanıyım.”  demişti. Bu söz zihnime çivi gibi çakılmıştı. Sosyal sorunlara, adaletsizliğe, haksızlığa, yoksulluğa, çaresizliğe isyan ediyordu. İsyan ahlakının ozanıydı. Dertli çalan sazın teliydi. Sazın ve sözün nakkaşıydı Aşık Reyhani. Mızrabın ızdırabıydı Reyhani. Türkçeyi seviyordu. Önce Türkçeye aşık olacaksın ardından sazına ve sözüne. İlk aşkın dilin, Türkçen olacak. Eğer görüşemeden Erzurum’a gider isen benden selam götür.” demişti derneğin kapısından çıkarken.
Namaz sonrası Hıfzullah eniştem geldi. Reyhani yanında yoktu. Namaz sırasında rahatsızlanıp evine gitmişti. Ertesi gün sabah Ankara’ya döndüm. Yaklaşık dört yıl sonra Hıfzullah eniştem bir akşam vakti telefonla arayarak, büyük halk ozanı Reyhani’nin vefat haberini verdi. Soğuk Ankara akşamında ruhum üşüdü. Gayri ihtiyarı dudaklarımdan sözün ve sazın nakkaşı Reyhani’nin, ‘Erzurum’a gider isen selam yaz/Onlar bilirler mi nerde Uludağ/Uludağ’da bir başkadır bahar, yaz/Orda Palandöken burda Uludağ’, ‘Beni sizden sorarlarsa dostlarım/Bir Reyhani geldi gitti söyleyin.’, ‘Nef’i sürgün oldu, Emrah mezarsız, Birgün Reyhani de yiter bu dağda.’, ve ‘Be hey rüzgâr gider isen canana söyle beni/Onda merhamet mevcuttur yakmasın böyle beni.” dizeleri döküldü.
                                      SON