Uykusuz geçen gecelerden birisi daha bitmişti. Günlerdir düzenli uyuyamıyordu. Uyku düzeni bozulmuştu. Sırt üstü yattığı yatağından kalkmak istemiyordu. Gözlerini tavanda bir noktaya odaklamıştı. Dudaklarından belli belirsiz cümleler dökülüyordu. Yorgundu. Ölmek istiyordu. Ölemiyordu. Kronik bir hastalığı da yoktu. Yaşamak ağır geliyordu. Şehrazat’sız hayat cehennemin gölgesinde kavrulmaktı.
Çok değil daha bir yıl öncesine kadar karısı yaşıyordu. Eşinin kansere yakalanıp gözlerinin önünde eriyerek ölmesini içine sindiremiyordu. Gitmedik doktor, uygulanmadık tedavi yöntemi kalmamıştı. Sevdiği kadın, gözünün önünde günden güne erimişti. Ölümü yakıştıramamıştı dünyalar güzeli karısına. Çocukları olmamıştı. Ama sevdaları, sevgileri kocamandı. Birbirlerinin eksikliklerini tamamlıyorlardı. Galip, çocuk istiyordu. Şehrazat ise fiziki güzelliğini bozmasından korktuğundan çocuk istememişti. Şehrazat, evliliklerinin ikinci yılında kısır olduğunu öğrendiğinde sevinmişti. Sevincini gizlemişti. Galip ise baba olamamanın hayal kırıklığına uğramıştı. Tüp bebek bile umut olamamıştı Galip’e. Kız babası olmak istiyordu. Kızıyla sinemaya, tiyatroya, konsere gitmek, karşılıklı şarkılar söyleyip, satranç oynamak hayali yok olmuştu. Kız babalarına imreniyordu. Daha bekârken, müstakbel kızının ismini Defne Ada olarak belirlemişti. Çocuk veremese de Şehrazat’ı çok seviyordu. Bulunduğu ortama anlattığı fıkralar ile renk, heyecan ve coşku katan Galip, artık fıkra anlatmıyordu. Suskunlaşmıştı. İyi bir dinleyici olmuştu. Herkesi, her konuşmayı, sabırla sonuna kadar dinliyordu.
Şehrazat, mutluydu. Eşinin hayal kırıklığını görmezden, anlamazlıktan geliyordu. Annelik ona göre değildi. Sümüklü çocuklarla uğraşmak, kakalı bezleri değiştirmek, geceler boyu uykusuz kalmaktan hoşlanmıyordu. Akrabalarının yanında kısırlığından mahcupmuş gibi davranıyordu. Çocukları çok sevmezdi. Galip’in çocuk sevgisine, özellikle de kız çocuklarına düşkünlüğünü anlamsız bulurdu. Galip, iş dönüşlerinde Şehrazat ile cilveleşirdi. Kısa sevişmelerin ardından sırtını döner çocuk özlemiyle uykuya dalardı. Şehrazat ise orkide ve menekşelerinin bakımını özenle yapar, onlarla konuşmaktan keyif alırdı.
Geçen sonbahardan beri yalnızdı. Kendini yalnız hissediyordu. Eskiden keyif aldığı şeylerden artık tat almıyordu, sevdiği alışkanlıklarını terk etmişti. Akşamları kahve içmeyi bırakmıştı. Şehrazat, kahve fincanının üzerine düğün yüzüğünü bırakıp fala bakardı. Galip, fala inanmazdı. Şehrazat’ın zayıf noktası baktığı fala inanılmamasıydı. Fal kehanetlerinin doğru ve gerçek çıktığına inanan karısı, “Aşk olsun bana inanmıyor musun? Kahve falı yalan söylemez. Kalbini temiz tutup fincanın içindeki telveye bakmayı bilirsen gerçeğin sembollerini doğru görürsün.” derdi. “Fala inanmıyorum. Sen de inanma. Boş şeyler bunlar. Gerçek ve doğrular kahve fincanına sığmayacak kadar karışık. Komşumuz Artvin’li Nermin Teyze fala baktığı için az kalsın yuvası dağılıyordu” diyen kocasına küser, çiçeklerin bakımını yapmak ve onlarla konuşmak üzere eşinin yanından ayrılırdı. Galip, çantasından projelerini çıkartıp Vivaldi’nin ‘dört mevsim’i eşliğinde kendisini işine verirdi.
Yatağından çıkan Galip, duvarda büyük çerçeve içindeki düğün fotoğrafının önünde durdu. Gözleri doldu. Düğünlerindeki ilk dansları gözünün önünde canlandı. Orkestranın canlı performansı eşliğinde eşine ilk kez sarılmış, gözlerini kapatıp dans etmişti. Şehrazat’ın ölümsüzlük iksiri badem gözleri temmuz güneşi gibi yakıcı ve sıcacıktı. Düğünden sonraki akşamlarda da evde dans etmeyi alışkanlık edinmişlerdi. Sarmaşık gibi birbirlerine sarılıp, slow müzik eşliğinde dans ediyorlardı. Şehrazat dans sonrası pişirdiği şekersiz kahveler ile bu anı ölümsüz kılmayı seviyordu. Bir keresinde Galip, dikkatsizlik sonucu kahvesini sehpanın üzerinde devirmişti. Kahve, el işi örtülerin ve beyaz zemin üzerine nar çiçeği pembesi halının üzerine dökülmüştü. Şehrazat, fare görmüş gibi çığlık atarak, “Ay inanmıyorum. Güzelim halı kahve lekesi oldu. Güzel halıma dökülen bu lekeyi nasıl çıkartacağım.” diyerek ağlamıştı. Galip, Şehrazat’ın ağlamasına, “Ağlama, bizimle mezara gelecek değil. Dünya malına bu kadar değer verme.” karşılığını vermişti.
Galip, fotoğrafın önündeki kadife koltuğa oturdu. Güveni azalmış, kendini değersiz ve başarısız hissediyordu. Ağlamak istiyordu. Ağlayamıyordu. Bir şey hatırlamış gibi kalkıp menekşe ve orkidelerin yanına gitti. Orkideyi, Şehrazat’a benzetirdi Galip. Şehrazat’ın yanağını, saçlarını okşar gibi orkideyi okşadı. Kokladı ve öptü. Şehrazat karşısındaymış gibi beyaz yapraklı orkideyle konuştu, sevgisini, özlemini kısık sesle dile getirdi.
“Hey gidi Galip, bugünleri görüp, yaşayacak adam mıydın? Şehrazat, kucağıma bir çocuk bırakmadan ezelden gelip ebede gitti. Kaderime mi, kadersizliğime mi üzüleyim bilemiyorum.” diye aklından geçirdi.
Dışarıda yağmur karanlığı ve sis vardı. Yağmurun sesi odada yankı yapıyordu. Galip’in zihninde, hayallerinde, rüyalarında, aldığı nefeste Şehrazat vardı. Çıkık elmacık kemikli, küçük burunlu, iri badem gözlü, ince belli, uzun boylu, orta kilolu, zarif ve narin Şehrazat’ın tatlı sesi kulağında çınlıyordu.
Amcasının kızıydı Şehrazat. Amcası, dünyalar güzeli tek kızını yabancıya vermeye yanaşmamıştı. Şehrazat’tan iki yaş büyük, mesleğinde başarılı, özel bir şirkette yöneticilik yapan makine mühendisi yeğeni Galip’e kızını vermişti. Evliliklerinin üzerinden otuz yıl geçmişti. Şehrazat güzelliğini korumuştu. Galip ise yaşlanmıştı. Şakakları kırlaşmıştı. Gözlerinin çevresinde derin kazayağı oluşmuş, düz siyah saçları seyrelmiş, tepesi açılmıştı. Göbeği çıkmıştı. Fazla yürüyünce çabuk yoruluyordu. Merdiven çıkarken nefes almakta zorlanıyordu…
Galip, kendini Şehrazat’a yakıştıramıyordu. Şehrazat çok güzeldi. Kendisi yakışıklı sayılmazdı. Şehrazat kendisinden güzel bir kadını kıskanır mıydı? Her kadın kendinden güzel olanı kıskanırdı. Şehrazat güzelliğin zirvesiydi. Ondan daha güzeli olamazdı. Şehrazat, Galip’i hiç kıskanmış mıydı? Kocasının neyini kıskanacaktı ki? Her halde kıskanmıştır? Galip, bir keresinde birlikte televizyon izlerken ünlü aktristin saçlarının dolgunluğundan sitayişle bahsetmişti. Şehrazat, avını parçalamaya hazır dişi kaplan gibi kocasına bakış fırlatıp, “Hayatında görüp, görebileceğin en büyük güzellik yanında. Başkasına baktığını gördüğümde parçalarım seni ha.” diyerek elindeki kumanda ile televizyonu kapatmıştı.
Galip, evden dışarı çıkmak istemiyordu. Kimseyle de konuşmak istemiyordu. Evine kapanmıştı. Dışarısı yabancıydı, yalancıydı. İnsanlardan korkuyordu. Suskunlaşmıştı. Şehrazat hayattayken, bülbül gibi şakıyordu. Şehrazat’a her sabah bir aşk şiiri okurdu. Hesap adamıydı. Güzel şiir yazmayı beceremezdi. Sesi güzeldi, güzel şiir okurdu. Pablo Neruda’nın, ‘Gülüşün’ isimli şiiriyle aşkının gönlünü almayı seviyordu. Şehrazat ne çok severdi bu şiiri. Galip çiçeklerin yanından ayrılıp, Şehrazat kahvaltı hazırlıyormuşçasına mutfağa doğru sessiz adımlarla yürüyerek, şiiri okumaya başladı. “Al ekmeği benden/ istersen havayı da;/ ama gülüşünden mahrum etme beni./ Koyma gülsüz/ ve çiçeksiz beni… /al benden ekmeği,/havayı,/ışığı, baharı,/ama mahrum etme gülüşünden beni/ işte o zaman ölürüm gayri.” şiirini okurken, önceki yaz birlikte pişirdikleri çilek ve kayısı reçellerinin raftaki kavanozlarına gözü takıldı. Kayısı reçeline aklı giderdi eşinin. Kendisiyse Elazığ çileğinden yapılmış ev reçeline bayılırdı. Reçel kavanozlarında Şehrazat’ın parmak izlerini görüp, tatlı gülümsemelerini hatırlayan Galip, eline alıp bir süre tuttuğu kavanozları yerine bıraktı.
Şehrazat’ın ruh halini giysilerinden anlamak kolaydı. Kızgınken kırmızı, sevinçliyken pembe, huzurlu olduğu günlerde beyaz, üzüntülü olduğundan siyah giyinmeyi severdi. Sisli havalarda dışarı çıkmaktan korkardı. Yaşlanıp, güzelliğini kaybetme korkusunu yaşayan Şehrazat, sigara içmekten uzak durup, beslenmesine dikkat ederdi. Brokoli ve taze meyve tüketmeyi seven Şehrazat’ın vazgeçilmezi ise mevsiminde Adana karpuzu yemekti…
İki yıl önce Kapadokya’da peribacalarının önünde çektirdikleri fotoğraf buzdolabının kapağında mahzun duruyordu. Boynunu büküp fotoğrafa baktı. Parmaklarını eşinin gülüşlerinin üzerinde usulca gezdirerek, “Güzel kadındın. Hayır haksızlık yapmayayım çok çok güzel bir kadındın. Keşke…” sözünün devamını getiremedi.
Mevlana’nın, “taşın kalbi yok ama onu bile yosun sarar” dizesini aklından geçirdi. “Aşkı, sevdayı tatmış her ölümlünün kaderidir yalnızlık.” cümlesi döküldü dudaklarından. Yalnız yaşamak zordu. Şehrazat alın yazısıydı, sevdiği kaderiydi. Şehrazat’la caddeye çıkıp, el ele, yürümek hoştu. Yanlarından geçenlerin bu büyülü güzelliğe çaktırmadan bakmalarından gizli zevk alır, hoşlanırdı. İş yemeklerinde, resmi davetlerde dostları, arkadaşları eşiyle tanışıp konuşmak için sıraya girerdi.
Yağmurun şiddeti artmış, ağaçlar yaprak döküyordu. Ekim sabahlarını sevmezdi Galip. Yatak odasına döndü. Gardırobun boy aynasından kendine baktı. Yüzünü yakından inceledi. Sakalları uzamış, rengi sararmıştı. Şehrazat’a bakarken güneşi görüyormuşçasına canlanan gözleri şimdi sönük yıldız gibiydi. Alnındaki derin çizgiler çoğalmış, omuzları çökmüştü. Bir yılda ne kadar çöktüğünü gördü. Hızlı yaşlanmıştı. Şehrazat’ın ölümünden sonra eğlenmeyi, yaşamayı kendine günah saymıştı. Eşinin ölümünün üçüncü gününde evinin balkonundan atlayarak intihar etmeyi düşünmüştü. Bundan vazgeçmişti. Ölmekten korkuyordu. Ama Şehrazat ölümden korkmuyordu. Korkmamıştı. Kendisini yalnız bırakarak dünyadan sessizce ayrılmıştı. Şehrazat’ın mezarı başında hayatına son verip, aşkına kavuşmayı arzuluyordu. Cesareti yoktu. Köpeğin gölgesinden korkan bir kedi gibi korkuyordu intihar etmekten.
Galip, yatağın üzerine oturdu. Bir süre ellerinin arasına başını alıp öylece durdu. Yatağın sol tarafında yatmaktan hoşlanan Şehrazat’ın yastığına başını bıraktı. Ter ve tenlerinin bütünleştiği yatak öksüz kalmıştı. Palmiye desenli yastığa Şehrazat’ın şebboyu andıran kokusu sinmişti. Yastığı başının altından çekip yüzüne bastırdı. Hıçkırarak ağladı. Yağmur şiddetini artırmış, gök gürlemesi başlamıştı.
Şehrazat’ın anneannesi Suriye genç yaşta mide kanserinden ölmüştü. Geriye dört yetim bırakmıştı. Genetik mirasın kendisine kaldığı Şehrazat, aynı hastalığa yakalanmıştı. İleri safhada teşhis edilen hastalığından dolayı kemoterapi ve radyoterapi tedavileri sonuç vermedi. Dolgun, güzel saçları, kaşları, kirpikleri dökülen Şehrazat, tedavi kürlerinin ardından halsiz ve yorgun düşüyordu. Hızlı kilo kaybı, ve geçirdiği kanamalar, Şehrazat’ın tanınmayacak hale getirmişti. Galip çaresizce, eşinin acılı inlemelerini ve ölümünü izliyordu. Eşinden önce ölmek için, “Allah’ım Şehrazat’ın, bu güzel kulunun acısını bana yaşatma. Benim ömrümden al, Şehrazat’a ver, ya da benim canımı ondan önce al.” diye dua ediyordu.
Uzun kıvırcık kirpikleri dökülmüş olan Şehrazat, yorgun gözlerini açmakta güçlük yaşıyordu. Yüz ve diğer kasları gevşemiş, gürültülü soluyan, arada bir hıçkıran bu güzel kadının gözlerinden iki damla yaş yastığa süzüldü. Duvar saatinin 23:33’ü gösterdiği Erzurum’un serin eylül akşamında Şehrazat, gözlerini açıp Galip’e tatlı bir bakış fırlatıp, “Bağışla” diyerek son nefesini verdi. Galip, Şehrazat’ın başını kollarının arasına alarak alnına, gözlerine, yanaklarına, dudaklarına öpücük kondurdu. Işıkları söndürüp eşinin soğumuş, yorgun cesedine sarılıp ağlayarak sabah etti.
Galip, ertesi gün Palandöken’in eteğindeki Asri Mezarlık’ta hayat arkadaşını toprağa verirken, kendi ruhunu da gömmüştü.
Galip, yatağından kalktı. Kararlılıkla gardırobu açtı. Takım elbisesini giyindi. Karısının sevdiği gül kurusu kırmızısı kravatını taktı. Evliliklerinin yıl dönümünde Şehrazat’ın hediye ettiği kokuyu sürünüp evden çıktı. Otomobiliyle kabristana gitti. Sis etkisini yitirmiş, yağmur çiseliyor, soğuk bir rüzgâr esiyordu.
Şehrazat’ın kabri yoldan biraz içerideydi. Galip, otomobilini park edip yağmurda ıslanarak çam ağaçlarının ve sararmış otların arasından karısının mezarına yürüdü. Bir yıl kadar önce boş olan çevredeki parsellerin dolduğunu hayretle gördü. İlk kez karısının kabrinin çevresindeki yeni mezarlıkların varlığını hayretle karşıladı. Toprak ve yağmur kokusunun rüzgârda savrulduğu mezarlıkta derin bir sessizlik hakimdi. İlerideki mezarın yanında ehramlı yaşlı bir kadın yüksek sesle Kur’an okuyordu. Şehrazat’ın mezarının yanına gelmesiyle Galip’in nefesi kesilir gibi oldu. Kalbi daraldı. Olduğu yerde çakılı kaldı. Elleriyle gözlerini ovuşturdu. Rüyada olup olmadığına emin olmak için bacağına çimdik attı. Gördüğü kâbus değildi. Eşinin kabrine iyice yaklaştı. Şehrazat’ın kabrinin üzerine yeni bırakılmış kırmızı güle baktı. Güle dokunmadan Şehrazat’ın kabrine uzun süre sessizce baktıktan sonra gözyaşları arasında otomobiline döndü.
SON