İnsan bireysel hayatında çoğu zaman unuttuğu ayrıntılarla yaşamaya devam edebilir. Mesela dün akşam ne yediğini, geçen yıl hangi sokaktan geçtiğini hatırlamaman hayatını felce uğratmaz. Ancak toplumlar için unutmak bu kadar masum bir eylem değildir. Toplumsal hafıza, yalnızca geçmişi kayıt altına almak değil; geleceğin nasıl şekilleneceğini belirleyen bir pusuladır. Bu pusulayı kaybettiğinizde yönünüzü bulmanız da imkânsız hale gelir.
Bazen kendi hayatımdan da gözlemliyorum bunu. Çocukluğumda mahallemizde yaşlı amcalar otururdu kahve köşelerinde; onlar için anlatmak bir görev gibiydi. Bir savaş anısını, göç hikâyesini ya da eskiden yaşadıkları bir yokluk dönemini öyle bir aktarırlar ki, biz çocuklar dinlerken “yaşanmamış” bir şeyi sanki kendi gözümüzle görmüş gibi hissederdik. İşte o anlatılar, aslında küçük ölçekte bir toplumsal hafızaydı. Bugün dikkat ediyorum da, bu anlatıların yerini kısa videolar, sanal akışlar aldı. Hafızanın yerini hız aldı ve hızın olduğu yerde derinlik kalmadı.
Akademik literatürde toplumsal hafıza, yani “kolektif bellek”, Maurice Halbwachs’tan Pierre Nora’ya kadar pek çok düşünür tarafından tartışılmıştır. Halbwachs, belleğin bireysel değil toplumsal bağlarla var olduğunu söyler. Pierre Nora ise “hafıza mekânları” kavramını ortaya atar; yani belli mekânların, olayların ya da sembollerin hafızayı canlı tuttuğunu anlatır. Bir köy meydanı, bir eski okul binası ya da bir anıt bazen sadece taş veya duvar değil, kolektif belleğin taşıyıcısıdır.
Benim kuşağım için bu “hafıza mekânları” arasında ilkokul bahçesindeki Atatürk büstü vardır mesela. Törenlerde onun önünde dizilir, saygı duruşunda bulunurduk. O anın kendisi, bizim için sadece bir ritüel değildi; toplumsal hafızanın canlı tutulduğu küçük ama önemli bir sahneydi. Şimdi düşünüyorum da, hafızayı taşıyan bu ritüelleri kaybettikçe toplum da kendi geçmişine karşı biraz daha yabancılaşıyor.
Yakın tarihe baktığımızda unutmanın bedeli çok daha ağır. Avrupa’da Holokost’un hatırlanması, Almanya’nın yüzleşme çabaları bize şunu gösterdi: Hafıza canlı tutulduğunda adalet duygusu da diri kalır. Bizde ise çoğu zaman kolay yolu seçiyoruz; “üzerini örtelim, kapatalım, yeniden açmayalım” diyoruz. Ama unutmak, iyileştirmiyor; tam tersine yeni yaralar için zemin hazırlıyor.
Bir örnek de kültürel mirastan vereyim. Çocukken ailemle gittiğimiz eski bir taş köprü vardı. Köprünün altında akan dere küçücük olsa da, köprünün kendisi bana kocaman görünürdü. Yıllar sonra o köprünün yıkıldığını gördüm; yerine daha geniş, daha modern bir beton köprü yapılmıştı. Ama yeni köprünün hiçbir anlamı yoktu. O eski köprünün üstünden nice insan geçmiş, nice hikâye taşınmıştı. Yıkıldığı anda sadece taşlar değil, o hikâyeler de bir bakıma yıkıldı. İşte toplumsal hafıza kaybı dediğimiz şey, tam da böyle küçük ama derin kayıplarla oluşuyor.
Şunu da kabul edelim: Bazen unutmayı bilinçli seçiyoruz. Çünkü hafıza acıtır. Geçmişte yaşanan travmaları hatırlamak cesaret ister. Ancak unuttuğumuzda bedelini çok daha ağır ödüyoruz. Unutmanın bedeli, aynı hataların tekrar etmesi oluyor. O yüzden bana göre hatırlamak, sadece tarihçilerin görevi değil; her bireyin sorumluluğu. Çünkü hatırladıkça direniyoruz.
Bugün genç kuşakların en büyük sıkıntısı köksüzleşme. Kendini ait hissedememe. Bunun nedeni sadece ekonomik veya sosyal şartlar değil; hafıza boşlukları da çok etkili. Bir gencin kendi ailesinin, mahallesinin, ülkesinin hikâyesini bilmemesi; köklerinden kopmasına sebep oluyor. Köksüz bir ağaç nasıl ayakta kalamazsa, hafızasız bir toplum da aynı akıbete mahkûmdur.
Son yıllarda yaşadığımız felaketler bize hafızanın ne kadar çabuk unutturulduğunu acı bir şekilde gösterdi. 2020’deki pandemi sürecini hatırlayın. Her gün balkonlarda alkışlanan sağlık çalışanlarını, komşuluk dayanışmalarını, marketlerde birbirimize yardım edişimizi.O dönemde hepimiz “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyorduk. Peki ya şimdi? O dayanışma kültürü, o ortak hafıza, birkaç yıl içinde gündelik telaşların içinde kaybolup gitmedi mi? Pandeminin öğrettiği dersleri unuttuğumuz için, bugün yine aynı bencillik ve umursamazlıklarla karşı karşıyayız.
Bir diğer güncel örnek, 2023’te yaşadığımız büyük deprem felaketi. Binlerce insanın hayatını kaybettiği, şehirlerin yerle bir olduğu bu acı olay, hepimize dayanışmanın, hazırlıklı olmanın ve unutmamanın önemini hatırlattı. İlk günlerde ülkenin dört bir yanından gelen yardımlar, sokaklara taşan dayanışma örnekleri toplumsal hafızanın gücünü gösteriyordu. Ama aradan aylar geçmeden o acı gündemin dışına itildi. Deprem bölgesindeki insanların hâlâ yaşadığı sıkıntılar, çoğu zaman gündemin ilk sırasına bile taşınmaz oldu. İşte hafızayı kaybetmenin bedeli budur: Acılar canlıyken duyarlı, acılar unutuldukça kayıtsız oluruz.
Doğal afetlerle ilgili en büyük tehlike de budur zaten. Biz hatırlamazsak, hazırlıklı olmayız. Hatırlamazsak, önlem almayız. Unutursak, aynı felaketleri tekrar yaşarız.
Benim kanaatim şu: Toplumsal hafıza, bir yük değil, bir sigortadır. Evet, hatırlamak bazen ağırdır ama o ağırlık, geleceğin sağlamlığıdır. Bizim görevimiz hafızayı sadece resmi tarih kitaplarıyla değil; edebiyatla, şarkılarla, anılarla, sözlü kültürle de canlı tutmaktır. Çünkü toplum kendi hikâyesini unutursa, başkasının hikâyesini yaşamaya başlar.
Unutmanın bedeli ağırdır. Bu bedel, sadece geçmişi kaybetmek değil, geleceği de çalmaktır. Hafızayı korumak hepimizin görevi; çünkü hatırlamak, insan kalmanın en yalın, en onurlu biçimidir.
