Akşam güzel bir yağmur yağdı. Rahmet oldu her tarafa. Hava temiz, oksijeni bol bir hal aldı. Sokaklarda tozlar gitti. İşte böyle bir ortamda uykuya dalıp sabah ezanlarıyla uyandığımda muhteşem bir gün karşıladı.
Abdest alıp Ulu Camiye doğru gitmeye başladığımda bir zamanlar doktor muayene haneleriyle dolu mumcu caddesinde in cin top oynuyordu. Karşımda bir zamanların Morgov Kışlasının silueti ruhumun derinliklerinden süzülürken, 1314 tarihinde inşa edilen tarihi Yakutiye medresesiyle karşılaşıyorum.
Az ileride 1562 tarihinde Mimar Sinan tarafından yapılan Lala Mustafa Paşa Cami ve3 a ilerisinde 1824 yılında yapılan vilayet konağı ve karşısında 1902 yılında yapılan Mevki-i Müstahkem Komutanlık binası..
1647 yılında yapılmış Caferiye Cami ve az ileride 13. Yüzyılda inşa edilmiş Cimcime Hatun kümbeti be karşısında o ülkenin işgal yıllarında Mustafa Kemal Paşanın görev yaptığı konak seher vakti bana bir şeyler anlatıyor gibi…
İşte Saltukoğulları tarafından yaptırılan Anadolu’nun en büyük ikinci “Ulu Camisi” veya Atabey Camisi…
On beş yirmi cemaatin oluştuğu sabah namazı ve göklere açılan eller, yapılan dualar.. Tebriz kapı bir zamanların ticaretin, muhabbetin, demli çaylar eşliğinde yapılan sohbetlerin mekânı… Hey hat hiçbir iz yok. Tarih, geçmiş, yaşanmışlıklar silinmiş…
Karşımda Dabakhane çeşmesi.. Çukurda kalmış… Suları içilmez halde yani kirlenmiş. Neyse Gülahmet Caddesine doğru yürüyorum. Bir zamanların şapkacı dükkânları, kürkçü dükkânları, terzi dükkânları yok. Yerlerinde yeller esiyor. O güzel ustalar ise herhalde mezarlarında yatmış bizleri izliyor.
Küçük şirin Kemhan Cami ve bugün olmayan medresesi ile bizlere bir şeyler anlatıyor. Karşımda dört yol. Gülahmet Eczanesi ve doğusunda bitpazarı. Hem de ne Pazar. Ne güzel ustalar ve eskiciler vardı. Sözleri dinlenir, konuşmaları etki bırakır ve her şeyden önemlisi güvenilir Dadaşlardı.
Aman Allah’ım suları azalmış, mukimleri yok olmuş “Develer Çeşmesi” ve ara sokaklar. Yıkılmayı bekleyen evler. Az ileride tarihi Tahta Hamam. 1918 Martında 200 ün üzerinde Müslümanın doldurup yakılacağı hamam. Ve Azerbaycanlı yiğit Seyitov. Ve insanların kurtuluşu…
İşte Mahallerin başı “Mahallebaşı”… Hummalı bir çalışma insanları karşılıyor. Tezgâhlar açılmakta günün ilk ışıklarıyla insanlar bir şeyler alırım diye geldiği Pazar yeri. Ana baba günü.
Meyveler, sebzeler, elbise ve ayakkabılar… Karpuz, kavun ve kuru gıdalar… Zeytinler, lor, peynir ve açıkta satılan yağlar…
Eski giyilmiş ayakkabılar, kara lastikler, paslı çiviler, kafeste satılmayı bekleyen civcivler, horozlar, tavuklar ve güvercinler neler yok ki…. “Derde devadan gayrı”
Kahvelerin önünde masa ve sandalyeler, çaylarını yudumlayan insanlar… Tabi tanıdıklar eksik olmuyor. Gazeteci Naci Bey ve oğlu da çaylarını yudumlayanlardan… Eh bende iştirak edip kısa bir sohbetten sonra ayrılıp kalabalık içinde insanları gözlemliyorum.
Ucuz, ucuz, ucuz… İnsanlar bütçelerine göre almaya çalışıyorlar… İçimden ah yoksulluk… Ah yoksulluk demek geliyor….
Tüm bu kalabalık ortamdan ayrılıp Su Deposunun üzerine çıkıyorum. Burası doğal bir kule, gözlem yeri. Erzurum ayaklar altında çektiğim fotoğraflara yenilerini ilave edip geri dönüyorum.
Tanıdıklar rastlıyor. Bir iki kelam sonrası “hocam bir dua et” demeleri ve karşılıklı dualar eşliğinde alandan ayrılırken Akpınar, Akpungar çeşmesine uğramadan dönmek olmaz deyip onu da fotoğraflıyorum.
Derviş Ağa Cami ve karşısında Karanlık kümbet...
Tahtacılardan geçerken 1980’lere kadar varlığını korumuş Mürsel Paşa ve Ezirmikli Osman Ağa konaklarından 11 Mart 1918 gecesinde yakılan Müslüman Türklerin feryatlarının akisleri beynimi zonklatıyor.
İşte Taşmağazalar az aşağıda Habip Baba Türbesi, Hacılar Hanı, Zağaracı Ali Ağa Cami, Un Meydanı, Verem Savaş Derneği, Millet Bahçe sokak ve nihayet evimdeyim.
Şair Orhan Veli aklıma geliyor. “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı”… Sanki içimden Orhan Veliye nazire yapmak geliyor: “Erzurumu seviyorum, gözlerim kapalı”….