Abdurrahman ZEYNAL


O BİZİM NAMUSUMUZU KORUDU


                                     

Yıl 1914. Sultan Mehmet Reşat ferman buyurmuş: Kutsal Cihat ilan ediyorum. Eli Silah tutan  askere. Davul zurna eşliğinde fermanlar münadiler aracılığıyla halka duyuruldu.

Erzurum Daphan Ovasında bir köy. Beş kardeş evli, çoluk çocukları var. Köyün varlıklı ailelerinden sayılırlar.

Her bir kardeşin bir, iki üç çocuğu var. Evlerinde eşleri var. Ama bütün bunları bir tarafa bırakıp Padişahın fermanına uyup askere gitmeye hazırlanırlar.

Beş kardeşte asker olacağına göre ailelerini, çocuklarını köyün ileri gelenlerinden birine teslim ederler. Giderken tarlalarını, çayırlarını bu aileye teslim edip giderler.

Gidiş o gidiş. Beş kardeşten hiç haber gelmemektedir. Acaba Çanakkale´deler mi? Galiçyadamı? Yoksa Sina Cephesi´nde mi? Acaba Allahuekber Dağlarında çarpışanlarda mı?

Ne bilen var nede duyan....!

Gideli dört yıl olmuştur. Asker "Mondros Ateşkes Anlaşmasıyla" terhis edilmiş, sağ kalanlar memleketlerinin yolunu tutmuştur.

Savaş esnasında meğer beş kardeşten dördü şehit düşmüş bir tek kardeşlerden biri sağ kalmış, ancak o köyüne dönebilmiştir.

Aradan dört yıl geçmiş, geride bıraktığı eşi, yengeleri çocukları ve yeğenleri en haldedir? Yolculuk boyunca hep bunları düşünür...!

Acaba bıraktığım gibi bulacakmıyım? Ölen, kalan varmı? diyerek hasretle uzun yollar kısalır ve köyüne gelir.

Köyde bıraktığı gibi ailesini, yengelerini, çocuklarını bulur. Evde bir hasrettir kucaklaşırlar. Ancak sevinçleri buruk ve acılarla doludur. Çünkü dört kardeş vatan uğrunda şehit olmuşlardır.

Köylü gelenlerden dolayı sevinçli, şehitlerden dolayı üzüntülüdür. Ama takdiri ilahi deyip üzüntülerini yüreklerinin derinliklerine gömerler.

Sıra ailesini, tarla ve çayırlarını emanet ettiği komşusuna gidip ondan bilgi almak ister...! Komşularla birlikte o muhterem kişiye gider, sorgu sualden sonra hal ve ahvali sorar...!

Adam bütün mütevaziliğiyle tarlaları ektiğini, hayvanlara baktığını, evindeki çocukların iaşelerini temin ettiğini, anlatır ve artık kendi malın kendine der kucaklaşıp helalleşirler.

Aradan yıllar geçer. Bu ihtiyarlaşmış şahıs evlatlarına, yeğenlerine bir tembihatta bulunur:

Sakın falanlarla münakaşaya, dil azarlığına girmeyin. "O aile en zor günlerde bizim namusumuza sahip çıktılar..! Ola ki bir gün aranız açılabilir . Sakın onlara bir şey demeyin" diye tembihatta bulunur....

Yıllar geçer Adam ölür. Çocukları, yeğenleri büyür. Köylerine kadastro gider. Kadastro memurları ölçer, biçer tarlaları mal sahiplerine tapu ederler.

Ancak bir tarla yanlışlıkla o muhterem adamın evlatlarını üzerine tapu edilir. Olay duyulunca hemen giderler....! Kardeş bizim tarla yanlışlıkla senin üzerine yazılmış. Gel gidelim tapu dairesine  bir imza ver bu işi düzeltelim der. Ancak karşı taraf işi yokuşa sürer.

Hak sahibi iri yarı güçlü kuvvetlidir. Belki bir yumruk vursa devirecek gücü vardır. Fakat hep alttan alır. İşi nazikçe çözülmesi taraftarıdır. Olmaz.

İkisinin tanıdığı sözü dinlenen bir hemşerisinin yanına gider . Durumu anlatır. Gel bu işimizi Allah rızası için hallet. Bu arada babasının vasiyetini ona anlatır. Babam  ne olursa olsun sakın o aileye dokunmayın. Onlar bizim namusumuzu korudu der.

Evet işte bir acı hikaye ve acı hikayenin sonu ...!