Orhan Yıldırım


AYAKKABI BOYACISI

Gökyüzünde dolunay vardı. Sonbahar akşamları geride kalmış, kış gelmişti. Kar kuraklığı yaşanıyordu.


Gökyüzünde dolunay vardı. Sonbahar akşamları geride kalmış, kış gelmişti. Kar kuraklığı yaşanıyordu. Ocağın son haftası olmasına Erzurum şehir merkezine ve ovaya kar yağmamıştı. Palandöken dağında leke şeklinde kar vardı. Ellerim montumun cebinde Taşhan’dan aşağıya doğru yürüyordum. Cağ kebap salonlarının önünden geçerken onu ilk kez gördüm. Soğukta kalın, rengi solmuş parkasına bürünmüştü. Başında mavi takkesi, soğuktan çatlamış ellerini yumruk yapmış boya sandığının yanı başındaki taburesinde oturmuştu. Kahverengi kadife pantolonunun dizleri yamalanmıştı. Kırçıl uzamış sakalı yüzünü ve kırışıklıklarını saklamıştı. Çenesini ileri uzatmış, protez dişlerini ağzının içinde hareket ettiriyordu. Siyah kemik gözlüğünün camları kir içindeydi. Kulakları ağır işitiyordu. Konuşurken sesi titriyordu. Kimi zaman titreyen elleriyle bastonuna yaslanarak ayakta durmaya çalışıyordu. Kuru öksürüyordu. Evlenmiş, yoksulluk nedeniyle eşi terk etmişti. İki oğlu ve bir kızını ayakkabı boyatarak büyütmüştü. Kızı küçük yaşta kocaya gitmişti. Oğlanlar ise özel sektörde olarak çalışıyordu.  

Gençliği tuğla ocaklarında, inşaatlarda hamallık ve hamamlarda külhanlık yaparak geçmişti. İş verenler sigortasını yatırmamıştı. Altmış beş yaşında ve sigorta gün sayısı yok denecek kadar azdı. 

Gün boyu şehir merkezindeki lokanta, otel ve kahvehane önlerinde sandığını kurup müşteri bekliyordu. Paragöz değildi. Boyadığı ayakkabının ücretini müşterisinin gönlüne bırakmıştı. Kim ne verirse kabulüydü. 

Şaşmaz saat gibiydi. Gez Mahallesi Camii’nin önünden başlayıp, geceleri Taşhan civarındaki  iş yerlerinin önünde mesai saatini noktalıyordu. Yazın akşamın gec saatlerine kadar çalışıyordu. Yağmur, kar ve kışı hiç sevmiyordu. Yaz mevsiminin sona ermesiyle, “Ağabey havalar iyice soğudu he mi?” diye müşterilerine soru yöneltirdi.  

Kaldırım kenarındaki her zamanki yerini almıştı. Pirinç kaplamalı sandığının önünde oturmuş müşteri bekliyordu. Adı Zikrullah’tı. “Selamün aleyküm” deyip, elimle selam işareti yaptım. Selamımı duymasa da elimle verdiğim selamı, “Ve aleykümselam ağabeyi” diyerek aldı. Müşteri taburesine oturdum. Sağ ayağımı sandığın üzerine koyup, işitebileceği yüksek sesle,  “Zikrullah ağabeyi şunları güzel parlat” dedim. “Hemen ağabeyi” deyip sandığının kapağı kırılmış alt çekmecesinden gözünden fırçasını, boyasını, cilasını çıkartıp boya işine başladı. “Ağabeyi havalar ey soğuk he mi?” basma kalıp şikâyetini dile getirdi. “Havalar iyi gidiyor. Baksana kar yok. Şikâyet etme.” Deyince sustu. 

Ayakkabılarımı boyuyordu. Susmuştu. Konuşması için sorular yöneltiyordum. Duymuyordu. Sonradan ağır işittiğini hatırlayınca yüksek sesle sorular sormaya başladım. Uykudan uyanmış gibi boyadığı ayakkabıdan başını yukarıya doğru çevirip gözlerimin içine baktı. “He ağabeyi” dedi. Neye kabaca “he” diyerek “evet” dediğini anlamadım. 

“Zikrullah ağabey hikâyen nedir? Erzurum’un neresindensin” dedim yüksek sesle.”He ağabeyi” diyerek, başladı hikâyesini anlatmaya; 

“Ağabeyi, sabiyken babam köyde koyunları otlatırken yıldırım çarpması sonucu ölmüş. Zavallı anam da, ağabeyimle beni alıp Erzurum’a getirmiş. Gazi’de ilkokulu bitirdim. O zamandan bugüne ayakkabı boyacılığı, tuğla ocaklarında çamurcu, hamamlarda külhanlık yaptım. “Ağabeyi bilir misin? Eskilerde adalet yoktu iman vardı. Şimdikilerde ne adalet ne de iman var. Allah inayet etsin.”   

“Ağabeyi ilkokuldan sonra hiç kitap okumadım. İyiki de okumamışm. Okusaydım kominist, ya da anarşist olurdum. Köydeyken babam medreseye gönderdi. Kelamı Kadim’i orada okumayı öğrendim. Onu da unuttum. Allah iyi etsin. Diyeceksin ki namazla aran nasıl? Ağabeyi namaz kılmayı çok istedim. Olmadı. Hayat kavgasında namazı unuttum. Ağabeyi bilir misin zekâtı da zenginler unuttu. Bana da kala kala tek Kelime-i şehadet kaldı.” Güldüm Zikrullah ağabeyi de güldü. 

“Emekli misin?” dedim. Duymadı. Bağırarak, yineledim, “Emekli misin?”. Taburesinden doğrulup kulağını ağzıma yaklaştırdı. Yeniden, “Bir yerden emekli oldun mu?” diye sordum. “Yok ağabey, emekli olamadım. Yıllarca boş çalışmışım. Patronlarımın çoğu hacıydı, abdestli, imanlıydı ama hırsızdı. Sigortamı yatırmadılar ağabeyi,” diyerek taburesine oturup kaldığı yerden siyah ayakkabılarımı boyamaya devam etti. 

Konuyu birden değiştirdi.” Ağabey memlekete idam gelmeli.” Hoppala nerden çıktı şimdi diye düşünürken, “Ağabeyi idamı kaldırdılar ülkede arsızlık, hırsızlık arttı. Benim emeğimden çalıp, karılarına araba, yosmalarına bilezik, oynaşlarına tek taş aldılar.” Anarşistleri yanında bu gibi emek hırsızlarına da sallandıracaklar ki sen o zaman gör ülkede adaleti…” Daha konuşacaktı ki sustu. Gözlüğünün altından korku dolu gözlerle çevresini kontrol ettikten sonra, “He ya… Bu soğuk insanı sakat ediyor. Bak dizlerim ağrıyor. Kemiklerim ağrıdan, sızıdan aman vermiyor.” Derken kuru öksürük nöbetine yakalandı. 

“Git evinde yat, dinlen. Bu saatte, bu ayaz seni hasta edip yatağa düşürür.” Ayakkabımın boyasını bitirmiş cilanın üzerine kadife çekiyordu. Yine kendime konuşmuştum. Söylediğimi ya duymadı ya da duymazdan geldi.   

Dolunay siyah bulut kümesinin ardında kalmıştı. Ayakkabılarım boyanmış, cilalanmıştı. Cebimden yirmi lira çıkarıp uzattım. “Zikrullah ağabey ellerine sağlık, güzel boyadın, parlattın.” Övgüsünde bulundum. Tabureden kalkmak üzereydim ki yirmili yaşların ortasında bir genç yanımıza yaklaştı. Dudağının kenarında sigarası, elinde cep telefonuyla yanımızda durdu. Boyacı Zikrullah’a hakir gözlerle bakıp, kalktığım tabureye oturdu. Biraz uzaklaşmıştım ki esnaftan birisi olduğunu düşündüğüm birisi söylenmeye başladı, “Başımıza taş yağacak. Bu şerefsiz ağzında sigarasıyla haftada bir ayakkabısını boyatıp, sigarasının dumanını da utanmadan adamın yüzüne üflüyor. Allah yarattı demeyip bu namussuzu geberene kadar dövmek lazım…” Esnaftan iyice uzaklaştığım için söylediklerinin devamını işitemedim. Dönüşte, ayakkabı boyacısını askısını tuttuğu boya sandığıyla Bakırcı Camii’nin önünden aşağı yürürken gördüm. Yanına yaklaşıp merakla sordum, “Zikrullah ağabeyi, benden sonraki genç müşterin kimdi? Sigarasının dumanını saygısızca yüzüne doğru üfürüyordu. Esnafta hakaret ediyordu o gence.”  

Zikrullah ağabeyi, kulağını iyice ağzıma yaklaştırdı. Sorumu ikinci kez yüksek sesle tekrarladım. “Söylediğimi anlamıştı. Başını eğdi, yatsı ezanı okunurken gözlüğünün alından iki damla yaş yere düşerken dudaklarından da, “oğlumdu.” dedi. Daha fazla konuşmadan yere bıraktığı sandığını omzuna atıp, yanımdan uzaklaştı. 

 

                                  SON