Borç, insanlık tarihi kadar eski bir kavram ama bugün aldığı hâl bambaşka bir hikâye anlatıyor.Eskiden borç, bir ihtiyaç anında başvurulan kısa süreli bir destekti; şimdi ise neredeyse bir yaşam biçimine dönüştü. Sanki toplum olarak hepimiz, geleceğimizden avans çekip bugünü biraz daha katlanılır kılmaya çalışıyoruz.Üstelik bunu yaparken borcu bir seçenek değil, zorunlu bir nefes tüpü gibi görüyoruz. Çünkü sistem nefes aldırtmıyor; kiralar, fiyatlar, eğitim masrafları, sağlık giderleri gibi temel ihtiyaçlar bile ortalama bir gelirin çok üzerinde seyrediyor.Böyle olunca borç, ihtiyaç olmaktan çıkıp yaşamı sürdürebilmenin altyapısı hâline geliyor.
Devletlere bakıyoruz:Bütçe açığını kapatmak için borçlanıyor.Şirketlere bakıyoruz: Büyüme için borçlanıyor.Bireylere bakıyoruz:Ay sonunu getirmek, faturayı ödemek, çocuğun okul masrafını karşılamak, hatta bazen yalnızca “normal” bir hayat hissini yaşayabilmek için borçlanıyor.Kredi kartları infilak etmiş birer mayın gibi ceplerde dolaşıyor;“taksit yapalım” kelimesi bir çözüm değil, sadece günü ileri iten küçük bir erteleme duası.
Borç ekonomisinin en tehlikeli tarafı, bir noktada borcu normalleştirmesi. İnsanlar faiz yükünün farkında olsa bile, seçeneklerinin kısıtlı olduğunu düşünüyor.Çünkü sistem bize şöyle fısıldıyor: “Bugün düşünme, yarın halledersin.”Ama o yarın hiçbir zaman gelmiyor.Daha doğrusu geliyor ama yanında yeni borçlarla geliyor. Böylece toplum yavaş yavaş geleceğini ipotek etmiş bir kitleye dönüşüyor; çalışan ama ilerleyemeyen, kazanan ama bir türlü birikim yapamayan, umut eden ama gerçekçi plan kuramayan bir kitle.
Bu düzenin bir diğer ironik tarafı, borçlanmanın sanki sorumluluk göstergesiymiş gibi sunulması.Ev almak istiyorsan borçlan, araba almak istiyorsan borçlan, iş kurmak istiyorsan borçlan. Yani bir şey “sahip olmak” üzerinden değer kazanıyor, fakat sahip olmanın bedeli o kadar ağır ki, insan sahip olduğu şeyin parasını ödeyene kadar hayatının en güzel yıllarını tüketiyor. Borcun kendisi değil, borçsuz kalmanın imkânsızlığı yoruyor aslında.
En trajik taraf ise şu:Borç ekonomisi yalnızca maliyet yaratmıyor;aynı zamanda insanda görünmez bir psikolojik ağırlık oluşturuyor. Borçlu insan geleceğine karşı kaygılı olur,hayallerini küçültür,risk almaktan çekinir,üretkenliğini kaybeder.Yani borç, yalnızca para değil; zihin gücü, yaşam isteği ve özgürlük de tüketiyor.Çünkü borç aynı zamanda emir verir: “Bu ay fazla harcama yok.” “O hayal beklesin.” “O riski alma.” “Bu işten çıkamazsın.” Ve en tehlikelisi: “Mecbursun.”
Aslında bize eksik anlatılan şey şu:Borç, ekonomik gelişmenin değil, ekonomik yorgunluğun işaretidir.Eğer toplumun büyük bir kesimi borçla ayakta duruyorsa, bu büyümenin sağlıklı olduğunun değil, sistemin ayakta kalmak için insanlardan geleceğini satın aldığı anlamına gelir.Borçlanmayı bireysel başarısızlık gibi göstermek ise gerçeği perdelemektir.Çünkü sorun bireysel tercihlerde değil, insanların borçlanmadan nefes alamadığı bir düzende.
Peki çözüm var mı?Var.Ama bu yazı çözüm sunmaktan çok düşünmeye davet eden bir yazı olsun.Çünkü borç ekonomisinin en büyük talanı, insanların meseleye alışmasıdır.Alıştıkça sorgulamıyoruz, sorgulamadıkça sistem genişliyor.Belki de ilk adım, “borçlanarak yaşamak kader değil” diyebilmek.Geleceğin sürekli satılarak bugünün kurtarıldığı bir ekonomiyi normal saymamak. Çünkü geleceğini satan toplumlar, bir gün bugünü de kaybeder.
Ve belki de en önemlisi: Kendimize şu soruyu sormak.
“Gerçekten ihtiyaçlarımız mı büyüdü, yoksa sistem mi bizi sürekli borçlu hissettiriyor?”
Bu soruyu sormaya devam ettikçe, belki bir gün geleceğimizi geri satın alabileceğimiz bir an yaratabiliriz.
