Abdurrahman ZEYNAL


KARADENİZ OTELİNDE GÜNLER GEÇMİYORDU


Necati Bey Öğretmen Okulunu bitirdiğinde 19 yaşında genç bir öğretmendi. Bir iki ay sonra annesini yanına alarak iki tahta bavul bir kaç dergi, birkaç kitap ve mutfak işlerinde yarayacak bir kaç parça eşya ile önce Ankara´ya oradan Erzurum´a geldiler.

Genç öğretmenin tayini İspir Devedağı(Fisirik) köyüne çıkmıştı. Kara tren gar binası önünde düdüğünü çalıp durunca ana oğul ağır ağır trenin merdivenlerinden aşağı inip toprakla buluşmanın telaşı heyecanı içindeydiler.

Öğretmenimiz ve annesi ağır ağır şehre doğru yürürken nerede, hangi otelde kalacaklarının telaşıyla bindikleri faytoncuya sorular sormaya başladılar.

Faytoncu sessiz ve sakince onları doğru Pelit Meydanında bulunan Karadeniz Oteline götürmüş, iki bavul ve diğer eşyaları indirdikten sonra burada kalabileceklerini söylemişti.

Ana oğul otele girince kendilerine bir oda verilmesini rica etmiş, otel odasına yerleşince tüm meraklarına karşılık üç gündür çektikleri yol yorgunluğun sonunda derin bir uykuya dalmışlardı.

Uykudan uyanınca sabah olduğunu, karınlarının nasıl doyurulacağı telaşına düştüler, lakin tedbirli olan anası hazırladığı kete ve çöreklerini otel odasında yiyerek karınlarını doyurdular. Üstelik geldiklerine Ramazan başlamak üzereydi. Ramazanda hayat durur, kahveler, lokantalar her yer gündüzleri kapanır şehir boşalmış hissini verirdi insanlara. Fırınlar bile ancak öğleden sonra ekmek çıkarmaya başlardı.

Artık çarşıya çıkma vakti gelmişti. Otel odasına annesini bırakarak çevreyi tanımak, Maarif müdürlüğüne gidip gereken işlemleri yaptırmak istiyordu. Otelden çıktı. Çevreye, sağa-sola baktıktan sonra musluklarında şırıl şırıl su akıtan devasa bir çeşmeyle karşılaşmıştı. İlk karşılaştığı dükkana girip bilgi almak istiyordu.Garipti. İnsanları tanımak şehir hakkında bilgi almak istiyordu.

Kapısı açık dükkana girdiğinde kendisini güler yüzlü sakalları uzamış yaşlı gün görmüş bir esnaf karşıladı. Selam verip öğretmen olduğunu, şehre yeni geldiğini söyleyince Dükkanına gelen bu öğretmeni hemen buyur muallim bey.. Hele otur bir çayımızı iç ne istiyorsan onu anlatırım deyince öğretmenimiz sevinçle gösterilen yere oturdu. Çaylar söylendi. Gün görmüş esnafımız şehri anlatmaya başladı.

Bak öğretmen oğlum buralar eskilerde suluk alanmış. Şerif Bey adlı belediye başkanı buraları ıslah etmiş, şu gördüğün çeşmeyi o yaptırmış. Sonra yapılan şu dükkanlar var ya bunlarda yeni yapılmış... Köylüler ormanlardan kestikleri kışlık yakacak pelitleri getirip bu dükkanlarda sattıkları içinde burası "Pelit Meydanı" adını almış.

Kahveden gelen çaylar yudumlanırken güngörmüş Erzurumlu anlatmaya başlamış. Bak muallim bey görüyorsun şehirde çok sayıda asker var. Bu askerler muhtemel bir Urus saldırısına karşı ülkeyi koruyorlar. Bu nedenle şehirdeki hanlar, kışlalar ve önemli yerler asker dolu. Devletimiz t3edbir almış.... İyi ki almışlar... yoksa 25 yıl önce yaşanan acılar yeniden yaşanır derken gözlerinden de yaşlar boşanıyordu.

Çaylar içilmiş muhabbet edilmişken Muaallim Bey; Bey amca Maarif Müdürlüğü nerede? Nasıl gidilir? deyince; İhtiyar esnafımız tek tek nasıl gidileceğini anlatmış ve misafirini güzelce yolcu etmişti.

Caddeler toprak, yer yer Arnavut kaldırımlı yollar. Tek katlı dükkânlar... At arabaları, kağnı arabaları göze çarpanlar.. Yol kenarlarında tekleme kavak ağaçları. İşte karşımda Valilik binası. Tarihî Osmanlıya dayanan 1918 yılında Rus bombaları sonucu yanan bina 1925 yılında restore edilerek tekrar hizmete açılmıştı. Güzel bir eserdi. İçeri girince derhal Maarif müdürlüğünün yerini sorup aldığı cevaba göre üst kata çıkmıştı.

Kapıyı çalıp müdürlükten içeri girince Maarif Müdürünü sorduğunda:

Hınıs´a gittiler bir iki güne gelir deyince içinde kuşku belirmeye başladı. Birde kararnamesinin gelip gelmediğini sordu... Gelmedi cevabını alınca zihninde belli belirsiz duygular şekillenmeye başladı...

Parası gittikçe azalıyor, otel ve yiyecek giderleri günlük üç lirayı tutuyordu. Neyse yapacak bir şey yok. Çevreyi tanımak, şehir hakkında bilgi edinmek için sokaklarda yürümeye başladı. Tek katlı, toprak damlı evler sırt sırta vermişti. Bazılarının bahçeleri var. Solmuş gül ağaçları gözlerine ilişiyor.

Çarşılarda Erzurum´a has ihram dokuyanları, kalaycıları, bakırcıları, dericileri görüyordu. İnsanlar savaşın şiddetini hissetmekte konuşurken bile alçak seste konuşmakta idiler. Bunun sebebi tanımadıkları insanların casus olabileceğinden kaynaklanıyordu.

Sokaklarda kadın görmek mümkün değildi. Mahalle aralarında ehramlı kadınları görmek mümkün ama tanıma imkansızdı.

Derken gün bitmiş tekrar yalnız bıraktığı otele dönerken sonbaharın Erzurum´daki güzelliğine şahit olurken gökyüzünde dans eden karga sürülerini hayretle seyrederek annesinin yanına gelmişti. Tanıdık yok. Yalnızlık felaket. Neyse ki, anasıyla günün nasıl geçtiğini konuşuyordu.

Neyse ki, otelde bir radyo var. Radyonun verdiği ajans haberlerini dinlemek için aşağı iniyor. Radyodan çıkan ses dalgaları duvarlara çarpıp yankılanırken Almanların Rusya cephesindeki durumları, İngilizler ile mücadeleleri ve Amerikalıların Afrika´ya çıkarma yapmaları dinleyenlere korkumu... Sevinç mi verdiği belli olmuyordu.

İki gün geçmiş henüz bir ilerleme olmamıştı. Çünkü cebimdeki para kısıtlı ve günlük 3 lira masrafımız oluyordu. 600 gramlık ekmek 30 kuruş... Bu arada Kadir, Vahdet, Hüseyin adında benim gibi yeni atanmış öğretmenlerle tanışmam beni biraz olsun rahatlattı. Üç arkadaş ve ben Maarif Müdürlüğüne tekrar gittik. Müdürlüğüne vekaleten bakan Lise Müdürü Reşat Özbayoğlu ile görüştük. Palandöken dağlarına kar yağmış, beyaz örtüsüne bürünmüştü. Bu durumu esnaflara sorduğumuzda aldığımız cevap çok ilginçti: Bu mevsimde şehir merkezine kar yağmaz. Ancak dağlara yağar. Altı defa dağa yağınca yedincisinde şehre yağar dediler ve eklediler "yedi dağa bir bağa" kuralının geçerli olduğunu anlattılar.

Üçüncü gün yeni bir arkadaşımız oldu. Böylece beş arkadaş şehri gezdikten sonra Öğretmen okuluna gittik. Kendine özgü yapısı olan okul şehrin batısında ağaçlar arasında idi. Fakat Mezun olduğu Öğretmen Okuluyla mukayesesi bile zordu.