Bir düşünün; günümüz insanı kadar çok konuşan başka bir nesil oldu mu? Telefonlarımız susmuyor, mesaj kutularımız dolup taşıyor, sosyal medyada milyonlarca cümle havada uçuşuyor. Ama işin tuhaf tarafı şu: Bunca konuşmaya rağmen içimizde derin bir sessizlik var. Adına “iletişim çağı” diyoruz ama belki de en çok “duygu kıtlığı çağı”nda yaşıyoruz.
Bu çelişkiyi ilk hissettiğim an, kalabalık bir arkadaş grubunda oldu. Masada herkes konuşuyor, şakalar, güncel olaylar, haberler. Ama ben fark ettim ki hiç kimse aslında “gerçekten” bir şey hissetmiyor ya da hissettiğini söylemiyor. Duygular yerine cümleler dolaşıyordu ortada. Sanki herkes bir tiyatro sahnesindeydi, roller oynanıyor ama duygular içeride saklanıyordu.
Psikoloji literatüründe buna çok yakın bir kavram var: aleksitimi. Yani duyguları tanımlayamamak, ifade edememek. Toronto Üniversitesi’nden yapılan bir araştırmaya göre, modern toplumlarda özellikle genç kuşaklarda aleksitimi belirtileri artış gösteriyor. Sosyal medya, hızlı yaşam ve sürekli performans baskısı, insanları hislerinden uzaklaştırıyor. Kısacası konuşuyoruz ama hissetmiyoruz.
Güncel hayata bakalım. Pandemi döneminde herkes Zoom toplantılarında, çevrim içi sohbetlerde, evden yürüyen iş görüşmelerinde bir şeyler söyledi. Ama asıl duygular — korku, yalnızlık, belirsizlik — çoğu kez saklı kaldı. Kimse kameranın karşısında ağlamadı mesela. Ya da sosyal medyada Ukrayna savaşını, Gazze’deki dramı, iklim krizini, enflasyon haberlerini konuşuyoruz; ama çoğu zaman bunlar da sadece başlık oluyor. Duygusu yok, sadece bilgi akışı var. O yüzden “duygu kıtlığı” günümüzün en görünmez salgınlarından biri.
Nörobilim açısından baktığımızda, beynimizin duyguları işlemeye ayırdığı kapasite sınırlı. Eğer sürekli bilgi bombardımanına maruz kalıyorsak, duygularımızı işlemek için yeterli “alan” kalmıyor. Stanford Üniversitesi’nin 2021’de yaptığı bir araştırma, sosyal medyada uzun süre vakit geçiren insanların empati düzeylerinde belirgin bir azalma olduğunu ortaya koydu. Çünkü sürekli uyarıcıya maruz kalmak, duygusal tepkileri köreltiyor.
Bir de işin toplumsal boyutu var. Modern hayat bize sürekli şunu söylüyor: “Kontrollü ol, duygularını belli etme, güçlü görün.” İş yerinde patronunuza öfkenizi belli edemezsiniz, toplumsal ilişkilerde kırılganlığınızı açığa vuramazsınız. Hatta sosyal medyada bile hep “mutlu” görünmek zorundayız. Sonuç? Duygularımız içeride birikiyor, ama dışarıya çıkamıyor. İşte bu yüzden bugünlerde psikologların kapıları hiç olmadığı kadar çalınıyor. Çünkü konuşmayı biliyoruz, hissetmeyi değil.
Peki bu kıtlıktan çıkış yolu var mı? Var elbette. Öncelikle duyguların bir zayıflık değil, bir bilgi olduğunu hatırlamak gerekiyor. Psikoterapiler de zaten bunu öğretiyor: Öfke, bir sınır ihlalini; üzüntü, bir kaybı; kaygı ise bir hazırlık ihtiyacını gösteriyor. Yani duygular aslında yol haritamız. Onları bastırdıkça kaybolmuyor, sadece yönümüzü şaşırıyoruz.
Benim kendi deneyimimden öğrendiğim bir şey var: Duygular paylaştıkça çoğalıyor. Bir günümü kötü geçirdiğimde, sadece “iyiyim” demek yerine, “bugün çok yorgunum, aslında biraz kırıldım” dediğimde hem hafifledim hem de karşımdaki insanla gerçek bir bağ kurabildim. Demek ki çözümün başlangıcı, samimiyetten geçiyor.
Belki de bugünün en radikal eylemi bu: Samimi olmak. Yani “duygu kıtlığında” susmak yerine hissettiğini söylemek. Çünkü konuşmak kolay, hissetmek zor. Ama hissetmeden konuştuğumuzda, geriye sadece boş cümleler kalıyor.