Orhan Yıldırım


POŞA

Sahipsiz, yaşlı sokak köpeği Poşa bisiklet ya da motosikletli birini gördüğü zaman havlayarak peşinden koşardı.


 

Sahipsiz, yaşlı sokak köpeği Poşa bisiklet ya da motosikletli birini gördüğü zaman havlayarak peşinden koşardı. Kovalamaktan hoşlanır, mutlu olurdu. Poşa’yı tanımayan bisiklet veya motosiklet sürücüleri onun bu öfkeli havlayışları karşısında korkudan ne yapacaklarını şaşırırlardı. Kimi bisikletliler korkudan dengelerini kaybederek düşer ya da çoğunlukla çevrede bulunan elektrik direklerine çarpardı. Motosikletliler ise gaza yüklenir, Poşa’nın kendilerine yaklaşmasına izin vermeden hızla oradan uzaklaşırlardı. Gözünü budaktan esirgemeyen cesur sürücüler ise bisikletlerinden ya da motosikletlerinden inip Poşa’yı kovalar, birkaç saniye önce saldırganlığın arsızlaştırdığı, mutlu ettiği Poşa bu sefer kuyruğunu kısarak kaçardı.

Uzamış tüyleri, yorgun bakışlarıyla Poşa, çok koşmaz; akşamları sokak aralarında ya da caddede dolaşmaktan hoşlanmazdı. Yazları kavurucu sıcaklarda bulduğu her gölgeliğe sığınırdı. Uykuyu, daha doğrusu uyumayı çok seviyordu. Karnı acıktığında restoranın mutfak kapısının önüne gelirdi. Bulaşıkçı, kebap ustası ve garsonlar ile güzel bir dostluk kurmuş olan Poşa, bu güzel ilişkinin meyvesini ise mükellef bir ziyafetle süslerdi. Poşa’nın güneşin dik geldiği yaz öğlelerinde rutinlerinden biri de müşterilerin giriş-çıkış yaptığı kuzey kapısı önünde başını ön patilerinin üstüne koyup uyumaktı.

Poşa’nın bakışları insanın içine dokunurdu. Gözlerine bakıp da merhamet duygusu kabarmayan olmazdı. Restoran müşterilerinin çoğu yemek sonrasında Poşa’yla birlikte çocuklarının fotoğrafını çeker, onun başını okşayarak çocuklarına hem genel olarak hayvan sevgisini hem de özelde köpek sevgisini aşılamaya özen gösterirlerdi. Hatta restorana girerken Poşa’yı görenler, çıkışta yemedikleri kebap, pirzola artıklarını bu yaşlı, sevimli sokak köpeğinin önüne usulca bırakırdı. Sevildiğini anlayan Poşa, ölümünü bekleyen rint gibi sessizce kendisine sunulanları kabul ederdi. Gözü tok, asil bir sokak köpeği olduğundan görgüsüzlük yapıp önüne bırakılan kemiğe, kebaba saldırmazdı.Sinirleriyle oynayan kedilere de saldırmaz, onları görmezden gelirdi. Egemenlik alanı restoranın çevresiydi. Başka köpeklerin bu alana girmesine izin vermezdi. Lokmasını paylaşmayı sevmezdi. Restorandan uzaklaştığında diğer köpekler gelip onun boşluğunu doldurmaya çalışsa da hiç biri Poşa kadar sevimli, candan ve asil değildi.

Poşa, bir gün kayıplara karıştı. Restoranın sahibi ve çalışanlar, aradan birkaç gün geçmesine rağmen ortalarda görünmeyen bu güzel, yaşlı ve sahipsiz sokak köpeğinin dikkatsiz bir sürücünün kurbanı olmasından veya başına kötü bir şey gelmesinden korktu. Gece kapanış saatinde, Poşa için mutfak kapısının önüne bırakılan, müşterilerin tabaklarından artan pirzolalar ve köftelerin; sabah saatlerinde bırakılan yiyeceklerin başka köpeklerin yediğini görmek Poşa’yı her gün görmeye alışık olduklarından onları üzmeye başlamıştı. Beş gün sonra ikindi vakti, boynunda kalın naylon bir ip parçasıyla restoranın önüne gelmesi esnafı sevindirse de boynundaki ip izleri muhtemelen bu ipin yol açtığı yara ve çevresindeki kan izlerini görmek onları hayli üzmüştü.  Aç, yorgun ve bitkin görüyordu, tüyleri de kirlenmişti. O mahzun, yardım ve şefkat isteyen gözlerinden yaş akıyordu. Hemen mutfağa koşarak kebap ustası Nedim ve bulaşıkçı Basri’den, Poşa’nın karnını hızla doyurmalarını istedim. Basri, her an döneceğini düşündüğü için biriktirdiği pirzola ve köfte artıklarını strafor tabak içerisinde mutfak kapısının önünde bekleyen Poşa’nın önüne bıraktı. Garson Yusuf da boş yoğurt kutusu içerisine doldurduğu suyu aynı yere içmesi için koydu. Onu görmek herkesi mutlu etmişti. Kadim bir dostla yıllar sonra buluşmuş gibi sevinçliydik. Poşa, karnını doyurup diliyle ağzının kenarlarını yaladı. Onun için önceden hazırlamış olan hurda deposunun önündeki suntanın üzerine kıvrılıp yattı. Basri, Poşa’nın boynunu kanlar içerisinde bırakan naylon ipin yol açtığı yarayı temizledi. Yorgunluğun etkisiyle, karın tokluğu ve güven içinde olduğu duygusuyla Poşa, uzun bir esnemeden sonra patilerinin üzerine başını koyarak uyudu. Güneşin batmasına doğru uyandığında akşam serinliğinde ılık suyla yıkayıp tüylerini temizledim. Bu sırada yakındaki yüksek erkek öğrenci yurdunda barınan bir öğrencinin bisikletiyle üniversiteye gidişini gözleriyle takip etiği dikkatimi çekti. Eskiden olsa bisikletin peşinden havlayıp koşardı. İnsanlara küstüğü anlaşılıyordu.

Birkaç gün sonra yaşadığı travmayı atlatan Poşa, yeniden bisiklet ve motosikletlilerin ardından arsızca koşup sürücüleri korkutmaya başladı. Öğle sıcaklarında müşterilere ait otomobillerin gölgelerine, sundurmanın altına ya da müşteri kabul kapısının yanında şekerleme yaptığı günlerine geri döndü. Temmuz güneşinin bunaltıcı sıcağının hissedildiği bir gün, patronun park hâlindeki cipinin arka lastiğinin altında kıvrılıp uyumuştu. Karnı tok, keyfi yerindeydi artık, keyifli bir uyku çekiyordu.

Kızının okulda düşüp kolunun kırıldığı haberini telefondan öğrenen iş yerinin sahibi Alper, okula gitmek için aceleyle mutfak kapısından çıktı.  Endişeli ve telaşlı hâlde cipine binen Alper, hızla geri manevra yaptığı sırada acılı bir havlama sesi ile irkildi. Frene basıp hızla cipten indiğinde cipinin altında uyumakta olan Poşa’nın ayaklarının üzerinden geçtiğini fark etti. Alper, acıyla ayağa kalkmaya çabalayan Poşa’yı kıvrandığı yerden kaldırıp kucağına aldı. Kızının kırık kolunu unutup cipiyle Poşa’yı Köşk Camisi’nin yakınındaki veteriner hekim arkadaşının kliniğine yetiştirdi. Poşa’nın muayenesini yaptırıp, kırık bacaklarını alçıya aldırdıktan sonra evine götüren Alper, müstakil evinin bahçesinde onun için küçük bir kulübe yaptırıp ölümüne kadar Poşa’nın sahipliğini ve bakımını üstlendi.