Orhan Yıldırım


TUĞLACI İSHAK

Kızgın temmuz güneşinin altında saatlerdir ahşap el arabasıyla ocağa tuğla taşıyordu.


Kızgın temmuz güneşinin altında saatlerdir ahşap el arabasıyla ocağa tuğla taşıyordu. El arabasının kollarını tutmaktan avuçlarının içi parçalanmış, parmak boğumları nasır tutmuştu. Güneşin yaktığı vücudunun üst kısmı çikolata rengine dönmüştü. Mavi renkli atleti kir ve terden rengini kaybetmiş, hırpalanmıştı. Kol ve bacak adaleleri ortaya çıkmış. Karın kasları baklava deseni olmuştu. Vücudunda gram yağ kalmamıştı. Rüzgâr tuğla ocağının küçücük harmanındaki toprak, kömür ve cürufu savuruyordu. Alnındaki ter, yüzüne yapışmış olan tozdan aşağı göz kapaklarının üzerine akıyor, kirpiklerinin üzerinden kavrulmuş toprağın üzerine düşüyordu. Göğsü ve sırtındaki teri rüzgâr ya da güneş, kısa dinlenme molalarında kurutuyordu. Uzun düz saçlarının arası, kulakları, burnu toprak ve kömür tozuyla doluydu. On yedi yaşındaydı İshak. İşçi emeklisi babasıyla arası iyi değildi. Beş kardeştiler. Ailede baba baskısı egemendi. Annesi babasından çok korkardı. Kendisi, ağabeyleri ile kız kardeşi de babalarından korkardı. Bir apartmanın ikinci katındaki kaloriferli evlerinde sade hayat yaşıyorlardı. 

Atatürk Lisesi’nde okuyordu. Dersleri iyi idi. Matematikte zehir gibiydi. Giyimine özen göstermezdi. Sürekli sağ eli ceketinin yan cebinde dolaşırdı. Dini bayramlarda şık giyinirdi. Sol eliyle tuttuğu sigarası dudaklarının arasından eksik olmazdı. Evde baba ve ağabeylerinin korkusundan sigara içmiyordu. Sigara paketini sağ ayağının çorabı içinde veya apartman giriş katındaki posta kutusunun içinde saklıyordu. Güneş doğduktan sonra evlerinden beş yüz metre ilerideki tuğla ocağına kankası Cafer ile giderdi. Topal Talip’in ocağında sabahın serinliğinde çamurdan kalıba dökülmüş beş bin tuğlayı kuruması için çevirip beşli kafes yapardı.  Her kafeste on tuğla bulunuyordu. Yaklaşık iki saat boyunca iki arkadaş kambur halde bellerini hiç doğrultmadan kafeslerini tamamlardı. Kafes işi bitince İshak ve Cafer yorgunluk sigarası içerdi. Kar sularıyla beslenen göze, ocağın yanı başında kaynamaktaydı. İshak, kar suyunu kanarcasına içerdi. Kurbağaların gözenin içinde veya çevresinde olması midesini bulandırmazdı. Ciğerleri, dudakları susuzluktan kavrulurken, yeşil kurbağayı görmezden gelirdi. Çelikleşmiş, kirli, tozlu ve nasırlı ayaklarını baldırlarına kadar soğuk suya sokup serinlerdi iki arkadaş. Evden getirdikleri somun ekmek, kuru soğan ve tahin helvasıyla kahvaltılarını yapar, kömür ateşinde isli demlikte demlenen çaylarını, toprak damın serinliğinde yudumlardılar. Geleceğe dair hayalleri vardı ancak kaygıları daha fazlaydı. İshak üniversite okuyup matematik öğretmeni olacaktı. Cafer ise ticaret lisesini bitirip Akbank’ta işbaşı yapmayı hayal ediyordu. Çünkü stajını Akbank’ta yapıyordu. Umut güzeldi. İshak, geçimsiz babasıyla sık sık tartışsalar da ki -çoğu zaman enti püften meselelerden kavga ediyorlardı. En son kavgaları da arkadaşından ödünç aldığı Montepin’in, ‘Ekmekçi Kadın’ romanını yüzünden olmuştu. Cafer, evde ‘Ekmekçi kadın’ı okurken babası görmüş, “Tatilde ne kitabı okuyorsun git çalış. Eve para getir. Kitap karın doyurmuyor. Çalış da eve biraz katkın olsun” demişti. Babası, İshak’ın elinden kitabı öfke ile alıp, sayfalarını koparıp yere fırlatmıştı. Babasına öfkelenmiş, sözle karşılık vermiş, ardından okkalı bir iki tokat yemişti. Gururu kırılmış ve incinmiş olarak evden dışarı çıkmıştı. Posta kutusunda sakladığı Maltepe paketini ve kibritini alıp, Cafer’in babasının işlettiği züccaciye dükkânına gitmişti. Burada ağlamış, sigarasını içmiş ve hayata okkalı küfürler savurmuştu… 

Yırtık hasırın serili olduğu damda sırtüstü uzandılar Cafer’le. Yarım saat kadar dinlendikten sonra beş bin ham tuğlayı, el arabalarıyla öğle güneşi altında ocağa taşıdılar. İshak, çelimsiz vücuduna rağmen güçlü kol, bacak ve karın kasları ile tanesi yarım kilo gelen tuğlalardan yüz elli tanesini bir nefeste on beş metre uzaklıktaki ocağa taşıyordu. Kimi zaman güç gösterisi olarak Cafer’le ‘en fazla kim bir arabada tuğla taşır’ diyerek iddiaya girerdi. Rekoru yüz elli tuğlaydı. Aşırı ağırlıktan ahşap el arabasının ön lastiği yumuşak harman toprağına saplanır kalırdı. İshak avuç içine tükürüp, arabanın kollarını kavrar ve ağırlığını ileri vererek el arabasını harekete geçirip, ocağın önüne kadar tuğlaları taşırdı. Bu güç, onur ve zaferin göstergesiydi. Kendisiyle onur ve gurur duyuyordu. Babasının da kendisiyle gurur duymasını ne çok isterdi… 

kırk yaşlardaki ocakçı Topal Talip, İshak ve Cafer’in el arabasıyla kuma bata çıka taşıdığı tuğlaları pişmeleri için ocağa diziyordu. Tozu elenmiş kömür kırıntılarını ikili sıra halindeki tuğlaların üzerine ince seriyordu. Teras gibi çıktığı ocağa yaz mevsimi süresince ortalama üç yüz bin ham tuğla vuruyordu. Bu arada ocağa ilk vurulan tuğlalar yüzlerce derece sıcakta piştikçe, satılıyordu. Tuğlaların iyi pişmesi için elenmiş kömür, tozuyla ocağın dışı sıvanarak kapatılıyordu. Topal Talip’in sol bacağı dizden sakattı. Dizini katlayamıyordu. Sol ayağını sürterek yürüyordu. Çocukken geçirdiği trafik kazası sonrasında sakat kalmıştı. Okuyamamıştı. Küçük bir sermaye ile bu ocak yerinin arazisini kiralamıştı. Güneşin ağarttığı, tozdan dikiş yerleri kapanmış siyah çizgili kumaş kasketini hiç çıkarmazdı. Yıllarca kızgın güneş altında çalışan Topal Talip’in güneş yanığı ensesinde derin kırışıklar oluşmuştu. Yüzü de ensesi gibi kırışıklıklarla doluydu. “İso oğlum, biraz daha hızlı çalışın bugün yavaşsınız. Akşama iki kamyona on beş bin tuğla yükleyeceksiniz. Elinizi biraz çabuk tutun” diye seslendi. 

Yorgunluğa alışmış vücudu çelikleşmiş olan İshak, Cafer’e, “Oğlum bugün zengin olacağız. Çabuk tuğlaları ocağa taşıyıp dinlenelim. Sigara keyfi yaptıktan sonra gelecek kamyona tuğla yükleyelim. Dua edelim de rüzgâr çıkmasın. Yoksa toz ve topraktan valla gözlerimiz kör olacak” 

İshak’a göre daha iri ve yapılı olan Cafer, gözlerini kısıp, alnındaki teri silerek, “La İso, iki kamyonu üç saate doldururuz. Kamyon başı on bin lira alırsak zengin oluruz. Kimseyi yanımıza almayalım. Biraz geç olur ama iki kamyonu güneş batmadan doldururuz. Şehir içindeyse boşaltmaya da gidelim.”  diye söyledi. İshak, “Oğlum manyak mısın? Kamyonu doldurduktan sonra eve gidip banyo yapıp, Bacanak’ın yerine gidip okey oynayalım. Oyunu Yusuf’la, Ahmet’e vurup kalkalım.” 

tuğlayı el arabalarıyla ocağın önüne taşıyıp, ikili, dörtlü ve altılı sıra halinde Topal Talip’e beş bin ham ocağa vurması için fırlatarak verdiler. Göğüs hizasındaki ocağa tuğla dizmek güzeldi. Ancak adam boyunu aşınca tuğlaları fırlatmak zahmetliydi. Tuğlanın üzerindeki toz ve toprak gözlerine doluyordu. Zaten gözleri mikroptan kanlanmıştı. Sabah uyandığında göz kapaklarında çapak oluşuyordu. Ocağa tuğla dizmeye mola verip, mavi çinili kirli demliğe ağzını dayayıp damın gölgesinde bekletilen soğuk sudan içti. Boş el arabasının üzerine oturup, bacaklarını uzatarak sigarasını yaktı. İshak, Topal Talip ve Cafer’in varlığına aldırış etmeden yanlarında toprağa sümkürdü. Sümkürüğü kömür isi ve tozdu. Ter ve tozdan saçları keçeleşmiş olan İshak, dinlenmek ve karnını doyurmak için damın yolunu tuttu. İshak, çorapsız çıplak ayağıyla damın içerisinde hasır serili köşeye çekildi. Ardından Cafer dama girip, İshak’ın yanına uzandı. Kırk beş dakikalık bir dinlenmenin ardından kamyon motor sesiyle dışarı çıktılar. Akşam serinliğinde ocağın arka kısmına yanaşan iki kamyona tuğla doldurmaya başladılar. Nar gibi kızarmış, sıcak tuğlaları kömür cürufunun altından alıp kamyona yerleştiriyorlardı. Sıcak tuğla ellerini yakıyordu. Rüzgârda kalkan toz ve cürufu soluyorlardı. Dudaklarının kenarında çamur oluşmuştu. Kirpikler, kaşları tozdan kaybolmuştu. Kurumuş gözyaşları tozlu yanağının üzerinde yol yapmıştı kendine. Boğazı kurumuştu. Toz tükürüyor, toz soluyordu. Kızgın küller ciğerlerini yakıyordu. Şimdi temiz bir bardak soğuk su için nelerden vazgeçmezdi ki… Yatsı ezanı uzaklardan yankılanırken yükleme işini bitirmişlerdi. Paralarını alıp, parçalanmış avuçlarının içinde tutarak gözenin yolunu tuttular. Damın kenarındaki gözeden ellerini yüzlerini saçlarını yıkayıp, giysilerini değiştirdiler. Yorgunluk sigaralarını yakıp derin nefes çektiler. Gün bitmişti. Acıkmışlardı.  Eve gidip karınlarını doyurdular. İshak, parasını misafir odasındaki halının altında saklıyordu. Parasını Isparta halının altına serdi. Çokça parası olmuştu. Ütülenmiş gibi duruyorlardı. Çoğu yıpranmış banknottu ama olsun ne çıkar bu paraları harcamaya kıyamıyordu. Citizen marka kol saati almak istiyordu ama bin bir güçlüklü kazandığı parayı harcamayı istemiyordu. Kararını verdi. Yarın Cafer’de kabul ederse İstanbul’da çalışmak için evden kaçacaktı. Cafer gelsin veya gelmesin İstanbul’a gidecekti… Baba baskısından azat olacaktı. İstanbul’da bir tekstil fabrikasında çalışıp, rahat yaşayacaktı. “İstanbul yarın sana geliyorum. Bekle beni. Düşlerimin ve özgürlüğümün kalabalık şehri” diyerek yatağına girdi…                                                 

                                                      SON