Nazım Hikmet’i ve şiiri çok seviyordu. Bir de rakıyı. Parasız kaldığı sıcak yaz aylarında birayı idareli içerdi. Tanıdığım idealist adamlardandı ama parasızdı. Atatürkçüydü. Yoksul bir ailenin erkek çocuğu olarak doğmuştu. Köy çocuğuydu. Köy hayatını sever, köylü zihniyetini sevmezdi. Bir de anasını çok severdi. Anasına düşkündü. Babasını çocuk yaşta kaybedince ekmek kavgasına erken yaşta girmiş, şehir merkezinde bir matbaanın çıkardığı yerel gazetede dağıtıcı olarak işe başlamıştı. Minik omuzlarında taşıdığı sorumluluğun ağırlığına aldırış etmeden günün erken saatlerinde gazete dağıtıyor, kalan vaktini matbaanın ayak işlerine bakmakla geçiriyordu. Geceleri matbaadaki gazete ofisinde yatıyordu. Haftalığını köydeki anasına ve küçük kardeşi Ayhan’a gönderirdi. Kitap okumayı seviyordu. Patronu, Yiğit’i sevmiş, çalışma azmine hayran kaldığı için eğitimine destek vermişti. Ortaokul ve liseyi bitirene kadar matbaa sahibi Akif Bey, Yiğit’i kanatlarının altına aldı. Bu arada Yiğit, gazeteleri dağıttıktan sonra yerel haber takibi yapıyordu. Bu işin bir gereği olarak basın toplantılarını, yerel olayları takip ediyordu. Akif Bey, gazetenin demirbaş Canon fotoğraf makinasını Yiğit’e zimmetlemişti. Yiğit, yaptığı objektif haberlerle dikkat çekti. Liseyi bitirdi. Üniversitenin sahne sanatları bölümünden mezun oldu.
Geçen yıllar içerisinde anasını, “mavi gökyüzünü”, “umudu” kaybetti. Anasından geriye ceviz ağacından yapılmış eski bir çeyiz sandığı kalmıştı. Mavi toprak badanalı odanın duvar dibinde mahzun kalmıştı sandık. Anasının çeyiz sandığının çatlamış kapağını gözyaşı içerisinde açtı. Akşam serinliğinin hüküm sürdüğü odanın içerisi sandığın açılmasıyla naftalin kokusuna büründü. Naftalin kokulu sandıkta neler yoktu ki… Dayısının hacdan getirdiği yüzük, seccade, giyilmemiş entari ve terlikler ile ehram (ihram). Beyaz ehram. Gelin ehramı. Elleri titreyerek kapağını açtığı sandığın içine gözyaşları arasında bakıyordu. Ağıt ve şiirin harmanlandığı dizeler gözyaşları arasından dudağından döküldü. Bir yaprak gibi ayakta sallanıyor, titriyor, üşüyordu. Hayır üşümüyordu. Ağlıyordu. Erkekçe, oğulca, evlatça, insanca ağlıyordu anasına. Kokusuna doyamadığı anasına ağlıyordu. Ehramlara uzandı elleri. İki beyaz ehram. Anası gençliğinde Ayhan ve Yiğit’in gelecekteki eşlerine, gelinleri için dokutmuştu beyaz ehramı.
Beyaz ehramlar sandığın dibindeydi. Daha dün gibi hatırlıyordu Yiğit, beyaz ehramların dokunduğu günleri.
Ağıllarında dokuz koyun vardı. Koyunlardan birisi beyazdı. Ahh beyaz koyun!.. Anasının gözdesiydi. Beyaz koyunun boynuna nazar boncuğu takmıştı. Yıllar içerisinde beyaz koyunun yününü kırkarak biriktirmişti. Yünü kirlendiğinde beyaz koyunu özenle yıkamayı da ihmal etmezdi.
Anası üç yıl önce vefat etmiş, babasının yanına defnedilmişti. Siyah “Cenaze ehramı” altında verilmişti toprağa. Köy yerinde ehramın ne çok anlamı ve kullanım yeri vardı. Düğünlerde, toylarda, yaslarda, cenaze törenlerinde ayrı ehramlar giyilirdi, günlük giyilen ehramlar da vardı. Ak kefene sarılı anasının minicik, hafif bedeni toprağa verilirken üzerine mor koyun yününden dokunmuş siyah ehram çekilmişti.
Sandığın içindeki gelin ehramının üzerine gözünden iki damla yaş düştü. Boş, toprak damlı, kimselerin olmadığı sessiz evin içinde hıçkırıkları yankılanıyordu. “Anam, canım anam, garip anam, yoksul anam, umudum, mavi gökyüzüm…” sözcükleri dudaklarından buğday tohumu gibi saçılıyordu sandığın ve odanın içerisine.
Ağılda anasının özel bir ihtimam gösterip beslediği beyaz koyun bir an gözlerinin önünden geçti. Besili beyaz koyunun yününü, kırkım zamanında elleriyle kırkakla kesip biriktirirdi. Yünleri köyün yanı başındaki derede yıkar, tokakla döverdi. Otların üzerinde kuruttuktan sonra ince uzun sopayla çırpardı. Son aşamada, taraktan geçirdiği beyaz yünleri teşi ile eğirip iplik hâline getirmişti. Hacı Hünkâr eze, on kilo tereyağı karşılığında beyaz ehramları bir hafta içerisinde tezgâhından çıkarmıştı. O kadar sevinmişti ki dünya onun olmuştu. Garip, fakir anası hiç görmediği, göremeyeceği gelinleri için dokuttuğu beyaz ehramları dua eşliğinde, naftalin ile tütsüleyip sandığa yerleştirmişti. Oğullarının çeyizi kutsal bir emanet gibi sandıkta saklanıp korundu.
“Ana ne zahmet ettin. Bu zamanda ehramı kim giyer.” demişti bir ara yaptıkları sohbette anasına. Anası, gözlerini Yiğit’in gözlerinin içine dikerek, “Siz bilmezsiniz; köy yerinde ehramsız gelin, kız, kadın olmaz. Gelinlerime ehram bırakmayacak myım bu üç günlük ömrümde. Sonra komşular, akrabalar ayıplar bizi. Gelinlerine ehram ördürmemiş diye. Kimseyi söyletmem. Ben ehramı dokuttum. Karılarınız ister giyer ister giymez. Onların bileceği şey. Ben bana düşeni yaptım. Töreyi yerine getirdim. Siz de karılarınıza en azından düğünlerde ya da bayramlarda bu beyaz ehramlarını giydirin. Yarın ben öldüğümde mezarımda rahat ve huzur içinde yatayım.” demiş, biraz önceki sözlerime alınmış küçük bir kız çocuğu edasıyla, “Kimseyi üstüme güldüremem.” diyerek konuyu değiştirmişti.
Garip, fedakâr anam üzerimize titrerdin. Beni çocuk yaşta şehir merkezine 50 kilometre uzaklıktaki köyümüzden gönderirken ne çok ağlamıştın. Günlerce, yoksulluğumuza, çaresizliğimize ve ayrılığımıza ağlamıştın. Hayat buydu. Başka çare yoktu. Sefil yaşamaktansa yuvamızdan uzak, muhannete muhtaç olmadan yaşamaktan başka çaremiz yoktu.
Sandıktan çıkardığı beyaz ehramları kokladı. Yüzüne sürdü ardından göğsüne, sol yanına bastırdı. Ne çok sızlıyordu sol yanı…
Ayhan’ın ehramını sandıkta bırakıp anasından yegâne miras kalan beyaz ehramı alıp evden çıktı.
Akşam ezanı okunduktan sonra otomobiliyle şehirdeki evine döndü. Arabasını sitenin önünde park edip, yan koltuk üzerine bıraktığı beyaz ehramı özenle alıp, evin kapı zilini çaldı. Kapıyı eşi Lila açtı.
Elinde tuttuğu ehramı eşine uzatarak, “Bak sana ne getirdim. Anamın senin için dokuttuğu ehramı getirdim…” Yiğit daha çok şey söyleyecekti ki Lila, eşinin sözlerini yarıda kesti. Sert bakışlarına eşlik eden yüksek ve yine o kadar sert ses tonuyla, “Hayatım şaka yapıyor olmalısın. Anneciğinin dokuttuğu ihramı eve sokacak değilsin, değil mi? Köy hayatını ve köylülüğü yalvarırım hayatımıza sokma. Bu beyaz ihramı da götür eskiciye ver. Ya da tanıdık birisine hediye et. Yuvamız ölülerin sandık odası değil.”
Yiğit, eşikten adımını atmıştı ki geri dönüp dışarı çıktı. Oturduğu sitenin bahçesinde at arabasıyla durmakta olan çerçiciye beyaz ehramı elli mandal ve bir mavi bulaşık leğenine takas etti. Lila’ya içinden küfürler savurdu; gözyaşları arasında kafasını yukarı kaldırıp evinin penceresine baktı. Lila’nın balkondan onu tebessümle izlediğini görünce, “Anacığım beni affet.” sözleri dudaklarından döküldü.